MENÜ
Erzurum 21°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (45)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
14 Mayıs 2009 Perşembe

Çeçenya ah Çeçenya... (45)

Panik ve kargaşa başlamıştı nihayet. Ömer devrilen nöbetçi üzerinden atladı. Korumalardan olacak ki, epeyi bir mermi çınlayıp durdu etrafında. Bu yüzden, merdiven önünde tökezledi. Ayağı kaydı. Markiz altına zor attı kendini. Bina içerisinde çağlayan gürültüsünü andıran bağrışmalar, emirler ve küfürler birbirine karışıyordu.
Ömer kendini toparlar toparlamaz, seri olarak iki el bombası salladı. Arabalara taraf olanı patlamadı ama kapıdan içeri attığı bomba, çok büyük bir gümbürtü kopardı.
Ortalık beklenildiğinden de çok karışmıştı. Kıyamet vakti gibiydi. Ömer ikinci kapı nöbetçisini ne zaman hakladı, anlamadı ama kapı markizinden biraz içerde, onu ayaklarının altında yatarken buldu. Hani şu sigara istediği nöbetçi. Hala dudakları kıpırdıyordu ama anlaşılacak gibi değildi. Arabalardan çıkan korumalardan kendine siper bulamayanlar, olanca hınç ve şaşkınlıklarıyla en fazla kapıyı taramaya başladılar. Bu anlar tam bir çapraz ateş altında kaldı Ömer... Ama keyifliydi. Kapı girişini ele geçirir geçirmez; " Allahuekber!" diye öyle bir bağırdı ki, korumalardan bazıları daha da panikleyip, bir kaçı yere kapandı.
Şimdi seri olarak her taraftan ateş ediyorlardı. Ömer, tam bir çapraz ateş altında kalmıştı. İçerisi hayli karanlık olduğundan, rasgele ateş ediyordu.
Karanlığın her santiminden onu görerek ateş ediyorlar ama o görmeden ateş ediyordu. Bir İki el bombası daha fırlattı, epeyi bir bağrışma ve feryat sesi de duydu ancak hala tam anlamıyla kapıya hakim olamamıştı. Öyleki demir kanatlı kapı, mermi temaslarıyla ısınmaya başlamıştı. Üç beş metre yakınına bir de el bombası düştü üstelik. Duvara alabildiğine abanıp, çömeldi. Bir ara gözlerinin karardığını hissetti, başı döndü. Ama çabuk toparladı. Ayağa kalktı yeniden. Duvara iyice yaslandı. Nedense olmuyordu. Yer daralmaya başlamıştı. Dizlerinin titrediğini, altından yerin kaydığını yeniden yeniden hissetti. Midesi de hayli bulanmaya başlamıştı.
Bir ara yine toparlar gibi olunca, yeniden içeriyi taramaya başladı. Şarjur değiştirdi. Ama keyfi kaçıyordu nedense... İçeriye baktıkça artık karanlık gibi değil, kavuniçi lekeli, dairesel mavilikler görüyordu. Işık tarafı da bir garipti. Bir sürü boz bulut inmişti sokağa... Bir dem, nerede olduğunu bile unuttu...
Ama hala bacağından vurulduğunu, epeydir oluk gibi kan kaybettiğini anlayamamıştı.
Planın ilk aşaması tutmuştu. Ömer, bina içindeki tüfeklerle, arabalar arasındaki irtibatı kesmişti işte. Şimdi Belediye Başkanının indirilmesini bekliyordu. Mutlaka ama mutlaka o zalimi indirmeliydiler.
Umran baştan beri öndeki arabayı ve sokağın daha ilerisindeki barikatları taramıştı. Vakit geçiyor, zaman kısalıyordu. Arkadaki arabaya daha tek kurşun deymemişti. Korumaları tek tek vurmuştu ama diğer binalara ait kapılardan makineli tüfek ateşi dahil, göz açtırmıyorlardı.
Bir ara hayli sıkıştılar. Zaman uzadıkça sokağa onların hakim olacağı kesindi. Hayli mukavemet vardı. Hesaplanmadık yerden, adeta her pencereden ateş ediyorlardı. 
Babürşah nihayet köşedeki mevzisinden çıkarak arabalara doğru koşmaya başladı. Umran'da konteynırların arkasından fırlayıp, ona baraj ateşi açtı.
Arabaların olduğu sağ şeride geçince, makineli tüfek ve diğer silahlar ateş etmeyi kesmişlerdi. Belediye Başkanı, binayla araba arasında hala seçilebiliyordu. Hala arada bir de olsa ateş  ediyordu.
 Bir kaçıyla tamda göğüs göğüse geldiler. Bir iki metreden atılan mermiler, tekmeler, kabza vuruşları derken, yeniden vaziyet alabilmişlerdi. Sokağın uzak barikatları ve pencerelerinden hala ateş edilmiyordu. Arabalar istikametine ateş etmek sonradan başlarına iş açabilir diye düşünüyor olmalıydılar. Hatta  Ömer bile, arada bir de olsa bu tarafa sıkmıyordu artık. 
Son anda, sona kalan iki korumayı da temizleyince, Babürşah hızla arkadaki arabaya yönelip kapısını açtı. Üniformalı şoför ön koltukta boylu boyunca uzanmış, 'İsa, Meryem!' diye bağrışarak, titriyordu...
Umran son bir gayret, duvarla araba arasına atabildi kendini. Arka taraflardan yeniden ateş emri almış bir sürü tüfek, yine mermi kusmaya başlamıştı. Bir ara Umran'da düştü. Tam omzundan vuruldu nihayet. Bu yüzden, belki de ölmeden, son bir gayretle Belediye Başkanının önüne attı kendini. Bu dem göz göze geldiler. Adam, korunaksız, aptal(!) gibi namlusu önüne düşen bu terörist(!) için alaylı küfürler savurmaya başlamış, 'keh, keh!' gülüyordu.   
Başkan kapana yaklaşan kurt gibi hırlıyordu. Salya sümük içindeydi. Savurduğu küfürlere yakışan böyle bir surat daha olamazdı. Sivilceli suratı, ince çenesi, salyalı ince dudakları ve uzun puro sarısı dişleriyle tam bir kudurma paniği içindeydi. Bir eliyle o hengamede nerden aldığını bilmediği şakağında ki kanı siliyor, diğer eliyle ateş ediyordu. Umran son anda, yerde bir iki kez yuvarlanıp, kaldırımla araba arasına düşürdü kendini. Kurangulez içinde kendinden hayli emin olan Başkan, tabancasında ne varsa boşaltmaya başlamıştı. Ama son tetik sesleri sadece iki üç çıtırtıdan ibaret kaldı ki tabancasını Umrana fırlatıp, belindekini aranmaya başladı. Bu an ilk kez Umran'a fırsat doğmuş oldu. Yerden kalktı, dört beş metre mesafedeki bu emperyaliste beklide en son mermilerini boşalttı...
Tüfekte düşmek üzereydi zaten. Sol kolu acımıyordu ama takatten düşmüştü.
Sürünerek arabaya doğru dönerken,  son mermilerinin adresini de haykırmaya başladı; " Tamam Komutan. İş bitti. İş bitti!.. Allahuekber!.."
Babürşah hızla şoförü çekip, dışarı attı. Adam düşer düşmez kafasını elleri arasına almış, kıvranmaya başlamıştı. Ama ona sıkmadı. Arabada rütbeli bir subay daha vardı.
Kapıyı açınca, iki koltuk arasına saklanmış Generalle göz göze geldiler. Adam sus pustu... O kadar hengame içinde arabadan çıkmamış, tek kurşun sıkmamıştı. Babürşah, alaycı bir tonda; " Tek kurşun olsun sıkmadın mı sen?.. Vatanının haini!.." Deyip, tamda yüzünün ortasına tükürdü... Başta kan tutmuş gibi bön bön bakan Generalin, bir anda dili çözülüverdi. Yalvarıyor muydu, ağlıyor muydu anlaşılmıyordu ama tek eliyle palaskasını çözmeye başlamıştı bile. Silahını vermek istiyordu belki. Babürşah, son kelimelerinden yerli olmadığını anladığı bu tombul, kırmızı yüzlü generale; " sen temsil ettiğin zihniyete bile layık değilsin, şeytanlar bile senden yüz çevirir!.." der demez, tamda kıllı kaşları arasından sadece bir kez sıktı. Sonra çekip onuda aşağı attı. Arabaya bindi...
Bu arada şehirde ilk bomba da patladı. Bu öyle bir patlamaydı ki, sarsıntıdan pencerelerdeki çoğu cam aşağı inmişti. Adeta yer patladı. Askerler bombardıman altında kalmış gibi, tam siper olmuş, başlarını kolları arasına almışlardı. Panikle binalara kaçışanından, ne olduğunu anlamaya çalışınanına herkes biryerlere sığınmak istiyordu.
" Bu ana trafo olmalı…" Dedi, Babürşah.
Şimdi, patlamanın oluşturduğu korkunun hazmı ve sessizliği yaşanıyordu sokakta. Silahlar yine susmuştu.  
Umran nihayet Ömer'e bağırdı. " Ömeeer !.. Haydi gidiyoruz!.."  Tek ayağını arabanın içine atmış, açık kapıya abanmış halde, ayakta durmaya çalışıyordu Umran. Babürşah'ta, hızla arabayı çalıştırıp kapıya doğru sürdü. Pür dikkat Ömer'i arıyordu, gözleri.
Nihayet, nihayet Ömer'de göründü. Başını onlara doğru uzattı ki, daha ilk adımda sokağa doğru yuvarlandı.
Bir an ikisi de donakaldılar.
 Umran; " eyvahlar olsun!.." Diye bağırarak, Ömer'e doğru koşmaya başladı.
Babürşah, onları korumak için arka kapı ile ön kapı arasında yeniden vaziyet aldı.
 Ömer'e kavuşmasıyla, kucaklaması bir oldu, Umran'ın. Göğsü ve sağ bacağı boya dökülmüş gibi kıpkırmızıydı. Kollarından parmaklarına doğru sızan kan, hala ılık ılık akıyordu.
Karşılıklı gülümsediler. Dudakları kıpır, kıpırdı Ömer'in. Okuyordu...
 Umran ağlamaklı gülerken; " hala o işe yaramaz türküyü mü söylersin sen?.." diye, takılmadan edemedi. Ömer, yeniden yeniden gülümsedi. Nefes alırken göğsünden hırıltılar çıkıyordu. Başını göğsüne aldı. O an birkaç kez kısa kısa öksürdü. Bir ara Umran'ın kanlı omzuna bakıp, gözleriyle yarasını ima etti. Sonra birkaç damla gözyaşı aktı gözlerinden.
Bir daha gülümseyemedi…
Göğsü ateş dolmuştu Umran'ın. İçi yanıyordu. Ömer hala ellerini çözmemişti ondan. Daha, daha sıktı Ömer'i. Avazı çıktığınca bağırmaya başladı…
 Babürşah, içerden kapıya üşüşen askerlere yeniden ateş açmıştı. Umran hala Ömer'i bırakmamıştı. Derken yavaşça çözüldü elleri Ömer'in. Umran'a, " Artık kalk git!.."  Dercesine mahsun bir ifade vardı yüzünde. Neden sonra, içerden ateş açıldığını fark etti Umran. Ömer'e son kez sarılıp usulca başını yere koydu...
Silahını aldı. Kendinde değildi artık. Ciğerleri yanıyordu...
Ateş ederek içeri daldı.
 Önden bir subayı, sonra bir asker, bir daha… Merdivenlerden, banko arkalarından, her yerden ateş ediyorlardı. Ama o ölüm gibiydi…
 Babürşah, dışardan bir kaç kez Umran'a bağırdıysa da işe yaramamıştı. İçeriyi göremiyor ama caddeyi de bırakamıyordu.
 İçerden birbirini boğazlayan, yüzlerce mermi sesi duyuldu. Sonra peş peşe iki el bombası derken, nihayet kapıda göründü Umran. Tüfeği de yoktu, atacak tek bir el bombası da…
Hızla arabaya bindiler. Umran bir daha, bir daha baktı Ömer'e… Kar artmıştı. Ömer'in yüzüne yağıyordu kar. Belki de Ömer'di kar olan.
Bir anda sokak gibi hava da karışmıştı. Rüzgar o kadar ani esmeye başlamıştı ki, sanırsın Ömer'i duyan dağ tipisi sokağa doluşuyordu. Tipi bile intikam gibi  esiyordu. Kar taneleri rüzgara binmiş beyaz savaşçılar gibi altını üstüne getiriyordu sokağın.
Ömer kara karışmıştı.
Bembeyaz ve öfkeyle kar yağıyordu, işte…
O'nun için, bir beyaz sayfa daha açmıştı tarih. Rüzgar sayfa çevirmiş, kar; 'ömer' diye bir savaşçıyı kefenliyordu.
Nefes nefese yaşayanlar böyle ölürlerdi elbet. Ancak, yorulan değil vurulan ölüyordu bu topraklarda.
Şimdi yerde özgürlükten bir gölge yatıyordu. Ona değil, özgürlüğün gölgesine sıkmışlardı öfkelerini. Ne hayallerinden tek damla kan düşmüş, ne eksilmeyenlerden tek tüfek susacaktı.
Artık onun tüfeğini başka bir ömere verecekti, Özgürlük ana...
Huzur ve hüzün adlı iki kardeş el ele, koyun koyuna uyuyorlardı şimdi. Yürek elindeki liman, beyaz bir sandal salmıştı denize. Akıl düğümünü çözmüştü. Onun göğüs kanı da sürülmüştü, bayrağa. Onun hayalleri de sürülmüştü ufkun dudaklarına.
Böyle böyle tamamlanacaktı, morarmış dudakların tebessümü!.. Özgürlük böyle tebessüm ederdi. Böyle böyle uzak vurulup yakına düşenler oldukça özgürlük gülümserdi işte... Böyle böyle hürriyetlerine yakışacak renkte tek tek kanayacaklardı...
Bu yüzden ölümlerine bakan imrenirdi. Özgürlükleri adına ölenler, tarih cümlelerinin kırmızı noktalarıydı. Böyle ölmeleri bundandı, elbet.
Böyle yalnız, soğuk kaldırımlar kucağında bırakılmaları da… Yiğitleri namları kaldırırdı. Yiğitler için rüzgardan sesi ayıkladıkları uykuydu ölüm. Ölmeyi bilenlerin özgürlüğüydü ölüm...
Her emanet aslına dönerdi ya!..
Siyah renk dahi göz akını mesken tutmuştu ya!.. Senin yasın zaten gözlerindeydi, daha doğarken gözlerinde... Kara gözlüydün, her Çeçenli gibi... Onlar hayata siyah göz bebekleriyle doğar, kırmızı kırmızı batarlardı böyle!.. Sır sarartısı kırmızı olurdu...
Garip yaşamış garip öleceklerdi. Her biri ayrı bir dünyayı buruşturup atmıştı çünkü. Her biri ayrı bir gençti bir zamanlar.
Tekrar duygulara, hazlara dönmek üzere tek yürek olmuşlardı. Elifleriyle kazmaya çalışıyorlardı emperyalizmin surlarını. Ziyaret ağaçlarını budayıp öyle yola çıktılar bu yüzden. Tek yüreğin pahası olmak, öcü olmak öncellikleri olmuştu. O yüzden ne yastıkları olmuş nede geceyi öpen pembe yorganları. Ömer gibi!..
Bekleyenleri yalnız özgürlükleriydi.
Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi