MENÜ
Erzurum 22°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (36)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
2 Mayıs 2009 Cumartesi

Çeçenya ah Çeçenya... (36)

Gel gelelim Zühre'ye...
Zühre, artık alışılmış uykusuz geceler geçiriyordu. Geceye sığabilmek için gündüzden yorulmak gerekiyordu ya,  hatıra mesajı almamak adına oda yoruldukça dinlenmeyenlerden olup çıkmıştı. Okulda geçirdiği saatler biraz daha artmış, hatta 'tarih' ve 'matematik' derslerine ilave olarak kızlardan birinin rahatsızlanması sebebiyle 'dil ve diyalektik' dersini de üstlenmişti.
Köyün çocuk ve gençlerinin birleştirilmiş sınıflarda da olsa, eğitimlerinin aksatılmaması onun yegane huzuruydu. Müfredatlarında, şehir müfredatının hayli üzerinde mesafeler almışlardı.
Okulda, beş genç kızla beraber konu eksenli eğitim veriyorlardı. Öyle ki, mesela üçgenler işlenirken, bir yaş gurubu üçgenin geometrik anlamını öğretir, diğer gurup açı, kenar, benzerlik bağıntılarını işler, diğer bir üst gurupsa üçgenin öteki geometrisini, trigonometrik ve entegral bağlantılı olarak işlerdi. Derslere ait genel testler dağ kadrosunca hazırlanıyor, denetimleri altındaki tüm yerleşimlerde aynı müfredat takip ediliyordu. Sıkıntı çekilen branş konularına ait konular, savaşçılar tarafından işleniyordu. Öyle ki, geçen kış konularından fizik dersi, Babürşah'ında içinde olduğu altı yedi mühendis tarafından işlenmişti. Tabi bununla da yetinilmiyordu. Bütün kız ve erkek çocuklar, Karargahın tayin ettiği belli zamanlarda Milli Savunma, din dersi, savaş disiplini, sosyal psikoloji,  konvansiyonel silahlar ve mekanik nişancılık üzerine eğitimler alırlardı.
İşte Zühre'de, her ne kadar Salur köyü eğitim ve öğretiminden sorumlu gibi görünsede, O'da genel komitenin içinde genel sorumlulukları olan genç kızların başında geliyordu.
Sıfır iki sularında her zamankinden farklı olarak, yanağını tutarak uyandı bu kez.
Titriyordu. Kalbi yerinden fırlayacakmışçasına kütür kütürdü. Annesi çok bariz bir biçimde yanağından öpmüştü onu. Hala temasın sıcaklığı vardı yanağında. Çok gerçekçeydi. Hatta birkaç kez, " anne, anne!.." dediğini hatırladı. Yavaş yavaş uyanıp, rüyasını düşünmeye çalışmış, gülümsese mi ağlasa mı karar verememişti. Kimbilir belkide gerçekten  anneciği onu ziyarete gelmişti. Uykusu kaçmıştı. Uyumak için daha fazla zorlamadı kendini.
Kalktı. Oda, epeyi serinlemişti. Sırtına eline geçen ilk giysi olarak parkasını alıp, sobanın yanına çöktü.
Bir süre öylece düşünmeden bekledi. " Yok! " Dedi, sonra; "  böyle olmayacak!.. "
Tekrar kalkıp, kovadan bir dal geven ve birkaç odun alıp, sobaya attı. Güğümdeki suyu, çabuk kaynaması için yarı yarıya döktü. Çaydanlık, bardak, çay ve şekerliği getirdi yanına. Başka!.. Işık yeterliydi. Tamamdı işte... Çayı şekersiz içiyordu ya, şekerliği tekrar rafa koydu.
 Oturdu ama hala içi içine sığmıyordu. Dışında, altı yönün mesafe veremediği bakışları hala bön ve mahmurdu. Yine canına çileli sinyaller gönderilmişti. Şimdi yeniden mi kalkmalıydı?..
 Bu sefer, şu 'Atmaca'yı alıp da, beline sokmadan, yalın ayak, saçları açık, salına salına, dışarıdaki bütün havayı içine çekip çekip, şu garip burcun yıldızına bir şarjör boşaltmak vardı ya, neyse!.. Dünya insanlara tahsisliydi ama insana göre dünya yoktu. Birileri avuçlarındaki  dünyayı fazla sıkıyordu. Sıkıldıkça gözyaşı damlıyordu kürecik kürecik. Müebbede yakın düşmüştü hasretler. Dünyayı çözmek için, solgun bir asyalı kızın yüzüne bakmak kafiydi. Yada Asyalı bir annenin kemikli ellerine. Evinin eşiğinde oturan şu ihtiyar ne evine sığabiliyordu, ne dünyaya.
'Sisin Arkasıydı' burası. Sırtlarını dünyaya dönmüş, geri geri yürüyenlerin ülkeleri gibi değildi. Farklıların, öne yürüyenlerin, aynı göğün ısıtmadığı topraklardı burası. Burada baltadan fikir almazsa yeşermezdi ağaçlar. Bu ülkede karanlığın çırası yürekti. İdeolojilere kadın elbisesi giydirilmezdi. Öfke sarı kaküllü kız çocuklarına benzer, tavır güllere ilişmez, sevinçleri kahkahalar ısırmazdı. Doğum çoğaltır, ölüm eksiltmezdi. Umut doğar umut ölürdü insanlar. Genç kızlar güneş boyardı. Delikanlılar etek altında serinlemezdi. Özler, yani ay doğup güneş olanlar yaşardı bu ülkede. Şiirin, sanatın, tecridin, tavrın, tarihin, sevdanın harman olduğu yerdi bu ülke. Bu ülke gönüle benziyordu.
" …
Artık şu kör inada bizde yaslansak mı?
Eyvahlar karanlığı bu yetim karanlık
Şu asi sarhoşun rabbi de, o Rab' mı?.. 
Nasıl nasıl kul olmak için kandırıldık!..

Öyleyse şu aç yola bizde koyulsak mı?
Rüzgar gibi, kime ne, nerde konarız
Madem adını biz verdik karanlığın
İnada, batmayacak güneşe de varız!..
Madem ki kana deydi,  mor dudaklarımız…
 …"Gönlünde de bir acayiplik  vardı aslında. Epeydir, biri dolaşıyordu oralarda. Suya eğilen geyik gibi tedirgin ve mahzundu. Bazen kuru bir yaprak gibi nefesine salıyordu kendini. Bazen su oluyordu, akıyordu ama ılıktı. Bazen bir rüya. Uyanınca saklanıyordu. Onu ürküttüğü beyaz güvercinler ele veriyordu. Tüyler uçuşuyordu ya, beyazdan açık pembeden... Oralarda bir yerdeydi ama oralar o kadar uzaktı ki. Ayın başını yastığa koyduğu yer gibi. Gönlün ay ışığına uzandığı vakitlerde geliyordu. Sigara içirtiyordu ona. Elvedadan sonraki eyvaha benziyordu. Göz göze gelemiyordu. Şarkı bilmiyordu. Bir iç çekiş dışında sesini duymuyordu. Uzaklaştıkça yakınına düşüyordu. Ellerini uzattıkça, iki beyaz kanattan başka bir şey kalmıyordu avuçlarında. Böyle bir şeydi işte...
Güğümle beraber kaynayıp durdu. Pencereye gitmek geliyordu içinden. Şu sokaktan taş yediği pencereye. Taşta neydi ki! Ok atılmıştı yüreğine. Kızıyordu. Dağlara bakmak, olabildiğince onunda yüreğine çöküp uyandırmak, nefesini zehirli bir kıymık gibi göğsüne batırmak geçiyordu içinden. Nerden çıkmıştı bu adam!.. Eşik üzerindeki bir sinek gibi ezmek istiyordu ama!.. Olmuyordu. Çiçek büyümüş, saksısını devirmişti. Bütün uğrak yerlerinde hatıra bırakmıştı üstelik. Ahırda katır kadar inatçı, sokakta ölü taşıyan garip bir yolcu, çeşme başında yalı çapkını kadar hovarda, kervanda iflah olmaz bir savaşçıydı. Ona ne yapmıştı böyle!.. Aslında, çekip vuracak kadar sokulmuştu yüreğine. Ne içten pazarlıklı biriydi böyle!.. Başlarda, Babürşah'ın kız kardeşi olmaktan mütevellit, aileden birine duyulan kardeşçe ilgilerdendir diye yormuştu ama kelebeğin tozunu yutmuştu işte. Öksürüyordu!..
Adam ona konuşmuyor adeta inliyordu. Bakışları tuz arıyordu içinde. Başka bir yöne bakıyor olsa bile yine ona bakıyordu. Kaldı ki, onun bu alakasını  etik de bulmuyordu. Ağabeyi Babürşah'ın en yakın yoldaşı olan bu adam, onun kız kardeşine gönül bırakması  hazmedilir türden değildi. Ağabeyiyle dağ taş dolaşıp kurşun sıkan, siper olan bir adamın, arkadaşının kız kardeşine kur yapması da... Düşünemiyordu bile! Yel duysa ciğeri patlardı.
 Bir de tabi ağabeyinin bu alakayı anlaması hali vardı!.. Ohhh tam şenlik(!)... Gerisini düşünmek bile istemiyordu. " Sen!.." Dedi içinden, "Senin alacağın olsun Umran efendi!.."
" … Kahverengi gözlü savaşçı!.. Göya toprak rengi gözlerin var. Elin işte gözün oynaşta senin. Şu uçak sesinin sivrisinek sesine karıştığı ülkede, sen nasıl vakit bulabildin gönlüne. Yoksa sen yara sineği misin? Vız, vız başımın etrafında dönüp dururda, birde konabilsen şaşarım!.. Ya o bakışların!.. Gözlerin uyuşturucuya batırılmış gibi. Ya o saçlar!.. Ne  olacaksa böyle boynu boyunca!.. Hıh!.. Çeçen erkeği sakallı olur. Vaktin mi olmadı ana kuzusu!.. Ne o, dudaklarına perde germiş gibi pos bıyıklar!..  Neyse bu pos bıyıkları geçelim. Kaldı ki esmer bile değilsin. Kumral bir savaşçıyı hiç sevmem!.. Üstelik saçların fazla uzun, gözlerin fazla sinsi, bıyıklarınla da fazla oynuyorsun!.. Hele ellerin!..  Eli cebinde savaşçı mı olurmuş... Çok uzun da sayılmazsın hani. Ve!.. En büyük zaafın ki, beni görünce dizlerinin bağı çözülüyor. Üflesem düşeceksin!.. Nedir o öyle, duman gibi, falan!.. Hem sen kimin nesisin, kimsin, nerelisin, neden şimdiye kadar ölmedin!.. "
Gülecek oldu. Son cümlesine acıyacak oldu.            " Yazık kız! " dedi, içinden. Biraz fazla mı ileri gitmişti ne!.. Yanaklarının kızardığını hissetti. Adama vurdukça diriliyordu. Bir gizemli güç vira onu düşünmeye zorluyordu. Bu yüzdendi belki, hayli kızıyordu kendine. "… Bunca kara kulp taksada, Umran sakin ve platonikti. Derin ve kesin bakıyordu. Bu bakışları ancak samimiyet adayabilirdi. Saçları da öyle çok uzun falan değildi hani. Savaşçı tarzı, düzgün ve her zaman takılı olan Filistin  siyahı bandajıyla hayli çekiciydi. Gözleriyle, bakışlarıyla, yürüyüşüyle o tam bir savaşçıydı. Gönlüne yenilmesi bir yana, gönlüne kurşun sıkacak kadar dik duruyordu. Üstelik yakışıklıydı da!.."
Sonra kendine yeniden kızdı kızdı... Tekrar toparlandı. Yavaş yavaş hal hoşuna gitmeye başlamıştı ya, mazerettir çaldı yüreği. Kendi kendine;  " Bırak, bunda kötülük olacak ne var ki! Hele gıyabında olsun bir kez gülümsemekden ne çıkar!.. Bırak yağmuru, şemsiye olma hayallerine. Gönül suyuyla ıslanmayacak dudak mı olur? Bu kaçamağı da görme ey... Ey Zühre burcunun yükseleni kader. Yeşermeyen bahar serin olur.

"…
 Taşlarda soğurda bir gün gölgeler,
 Gün batar, yitikler senin mi olur?
 Düşerde ardına korsan gemiler
 Kıyı küser, deniz senin mi olur?
 Gün gelir ufukta eskirde gözler,
 Bir eyvaha yaslı gülüş mü olur?

 Geçmişi değil, hep sonraları olurdu sevdaların. Bu kavramın seyrine  kimsenin aklı ermemişti. Teorisi yoktu. Kimse bir tarif yapamamıştı. En ahım şahım aşıklar dahi izah edememişlerdi. Herkese başka tadıyla musallat olunca, herkeste ayrı bir tiryakiliği olurdu. Efkar alışkan olur, can oyalanamaz, amaç mumu söndürmeden uyurdu. Sigara dumanıyla sararırdı yıllar. Öyle ya!.. Gönül dediğin neydi ki?.. Süs balığı yüzgeçlerinden yapılma bir zarf içinde, adressiz mektuplara sığınaklık yapan göğüste bir ücra...
 Pahası yar olunca masalların yüzü gülerdi ya!.. Kurban besliyordu hikaye. Bu dev tek kurbanla doymuyordu üstelik. Tek gönülde çift büyümüş kurbanlar isterdi...  "... evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, Karadağ denen kara bir diyarda, zalim mi zalim tek gözlü kara devler yaşarmış. Yaşarmış yaşamasına da, oralarda kurban verip gazap savmak için büyütülen güzel mi güzel kızlar da yaşarmış. Böyle işte!.. Bir kız varmış ki, annesi de kurban verilmişlerdenmiş. Gel zaman git zaman kız büyümüş gelinlik yaşı gelip çatmış, yaş hayalleri umursamaya, genç kızın gönlü güneşsiz bir zindana benzemeye başlamış,... Gönül kara kara okları olan bir cihangir beklemeye koyulmuş... Koyulmuş koyulmasına da!..  Kahraman nerdeee!.." Of !.. Dibi delinesi dünya... Tekme vuranı olsa, bu kadar günahkar ve ağır olabilir miydi acep?.."  
  "Acep yaşanabilecek sine gibi sıcak bir dünya var mıydı? Hayat yaşayanın mıydı, yoksa yaşlananın mı?.. İşaret parmağı olmayanın tüfeği olur muydu? Bu gönül, bir ukala prensesti ki, cihangiri hala saklanıyordu..."
 Sonra ülkesi ve insanları adına mukayeselere daldı zihni. Bazı iç cümlelerini kendide anlamadan, öylece, fırçayı kara boyaya batırıp kara bir tuvala sürmeye başladı... Bu ülkede kahramanlık zordu elbet. Dudaklarına küserek, gönlüne küserek, en fazla kendine ırak ve en fazla kendine karşı acımasız olarak...

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi