MENÜ
Erzurum 21°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (38)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
5 Mayıs 2009 Salı

Çeçenya ah Çeçenya... (38)

Odaya çıktılar. Zühre sobaya odun atarken hıçkırmamak için zor tutuyordu kendini. Nedense bu sefer çok daha fazla özlemişti ağabeyini. Abii için yemek hazırlığı yapıyordu ki, Babür bir şey yemeyeceğini, yalnız çay içebileceğini söyledi kardeşine. Devamla;
? Misafir evinde çay şeker vardı değil mi Zührem? Diye, sordu.
Zühre;
? Var abi. Epeydir ara verdiniz diye, dün gündüz Halamla epeyi kontrol ettik evi... Odun, tezek takviyesi yaptı halam. Çay yapabilirler. Donmuş olsa da küpün üstten buzunu kırdılar mı suda var...
? İyi. Hadi gel yanıma. Anlat bakiyim ne var, ne yok. Sen böyle çok özlersen abin dalgınlaşır, bak!.. Sonra savaşamaz olur. Sen de savaşamazsın. Bak sana koskoca köyü teslim etmişim kuzum, yuvamızı, neşemizi, hatıralarımızı, geleceğimizi, gölgeye yaslanmış ağaçlarımızı, oluğa sığmış sularımızı, tohuma düşmüş tarlalarımızı, daha neleri neleri teslim etmişim. Sen step kasırgasısın. Step kasırgaları nem taşımaz. Senin gözlerin, düz kasırgaları gibi katı ve yağmursuz esmelidir… Senin gibi kızlar üzülürse, mermilerimiz nemlenir. Değil mi?.. Hele bir sigara varsa ver bana. Birde alabilirsen sobadan bir köz çıkart. Epeydir közde yakmadım. Çayda hazırmış ha?.. Kız ne bildin geleceği mi?.. Oh!.. Çayda ilaç gibi. Lambayı biraz daha aç kuzucuğum. Gel ki, ışık sigara dumanını saklar ama olsun. Şöyle bir kuzuma bakayım. Daha iyimi, kendine bakabilmiş mi? Göz kapaklarına da bakacağım ha!.. Yeterince bulgur yemiş misin, göreceğiz!.. Halam yaza göre daha iyi olduğunu söyleyip duruyor. Artık kan otları kaynatmaya da ara vermiş. Hah şöyle. Dur şu çoraplarımı da çıkarayım...  
Zühre ağabeyinin omuzuna başını dayayıp, derin derin nefesler aldı yeniden. Yüzünü avuçları içine aldı. Sonra yine sarıldı. Kalktı raftan tarak getirip saçlarını taradı, havluyla saçlarını ve bıyıklarını sildi.
Normalde Babür'e değil dokunmak, gözlerine öyle bire bir bakmak dahi, bir başkasını çatlatabilirdi. Köyün kızları, hatta kadınları dahi uzaktan dahi görse yollarını değiştirirlerdi. Yoluna çıkmayı dahi saygısızlık addederlerdi adeta. Çocuklar, hatta yöre köylerinden çocuklar dahi, oyunların da onun ismini almak için yarışırlardı. Katı ve sert ifadesiyle yüksek kaya mostralarını andırırdı. Güldüğüne pek rastlayan olmazdı. Ama o iri cüssesine rağmen, son derece mütevazı ve yardımseverdi. Evleri dolaşır, hal hatır sorar, tamiratlar yapar, çuval taşıdığı olurdu. Çocukları ata, katıra bindirir, daha büyüklerine silah attırır, koşturur, yarıştırırdı. Kendi evi kadar gözetirdi köyün diğer evlerini. O, o kadar heybetliydi ki, bir kez yüzünü döktü mü muhatabı hava karardı zannedebilirdi. Köyün ve yörenin genç kızları için El'burz un zirveleri kadar ulaşılmaz ve sarptı. Ama Babürşah için kız kardeşi, onun yumuşak karnı ve tek imtiyazlısıydı. Zühre zaman zaman ağabeyine çıkışır, sitemler yapar, araya kısa süreli küsüler koyar, tabir caizse dediğim dedik bir ayrıcalıkla yaşardı. Ağabeyi ona hiç ses çıkarmaz, kızmaz, yüzünü dökmez ve her seferinde küsü bozan da hep o olurdu. Gizli gizli yaban çiçeklerinden demetler yapıp, koynunda saklayarak kardeşine getirir, zaman zaman güldürmek adına komiklikler bile yapardı.
 Şimdi de hiç itiraz etmedi Babürşah. Zühre yumakla oynayan kedi gibiydi. Çocuklar gibi onun yüzünü, gözünü silip, saçını sakalını taradı. Hatta ertesi gün saçlarını tıraş edeceğini bile emrivaki yaptı. O yine hep gülümsedi.
? Abi, dedi nihayet;
? Biliyor musun senin bu gece geleceğini kim haber verdi bana. Annem!.. Öyle şaşkın bakma. Vallahi!.. Uyuyordum onun öpücüğüyle uyandım. Tıpkı eskiden olduğu gibi. 'Okul saati' der gibi, uyandırdı beni. Görsen aynıydı. Ah!.. Anladım ki şafak sökmeden sen geleceksin. Daha uyku tutar mı?.. Ve geldin işte…
? İyi ya! Aynı gece annemi de görmüş oldun, dağ güzeli. Demedin mi; ağamda seni özlemiş, ona da ara sıra uğra, onu da öp, diye... Onun hayatıda, okul saatinde uyandırılması gereken çocuklarınki gibi, deseydin. Deseydin ki, babam nasıl, bulabilmiş mi onu? Uzaklar kanlı ellere benzer. Rüyalar en uzak diyarlardır. Bizi niye bıraktın demedin mi?.. Demedin mi bahta diyet olmaz. Çiçekleri için yaşar güller. Demedin mi… Neyse kuzum!..
? Abi!.. Sakin ol, sakin olsana abi. Şimdi sinirlenecek ne var yani?..
? Tamam kuzum, sakinim. Sustum. Canıma biber döktün birden. Ah, ahhh!..
? Abi bu sefer bir süre kal. Beraber dinleniriz biraz. Stres atarız hem. Nasılsa kar yeniden bastırdı. Yollar haftalardır kapalı. Gurup köylerden öğretmenleri de, eğitmenleri de çağırırız. Yeni talepler var. Bire bir dinlersin onları. Defter, kalem, tebeşir ihtiyacı had safhada. Sınır kapalı zaten, giden gelen hak getire.
? İyi olurdu Zührem. Ama fazla zamanım yok. Zaten ötesi bahar. En fazla, bilemedin bir ay. Bu süre içinde yapacak pek fazla şey yok. Kar yol verince, külliyatlı bir dağıtım yaparız. Zaten bu ara savaşçılar daha acil görevlere gönderiliyorlar. Dağ neredeyse boşalacak. Ama bu durumu asla hissettirmemeliyiz etrafa. Tedirginlik olabilir. Biz oradaymışız gibi günlük hayat devam etmeli. Hatta bu bilgiyi köyde yaşlılardan başka kimse bilmemeli.
Zühre aniden panikledi. Sanki saatlerdir kafasında olan katı bir tortu eriyip gözlerine akmaya başladı. Tekrar abisinin dizleri önüne çöktü. Uzun bir yolculuğun imalarını veriyor du çünkü. Bu tip görevlerin anlamını çok iyi bilirdi. Düzde savaş yarı ölümdü. Sormadan edemedi; 
? Abi… Sende mi yoksa. Nereye abi?  Bu sefer çok mu uzaklara… Ne var acil olan abi?..
Babürşah kardeşine emperyalist işgal altındaki kasaba ve şehirlerdeki son durumlardan,  ölümlerden, özellikle çocuk ölümlerinin geldiği safhadan, kirletilen sulardan, çekilen ilaç sıkıntılarından, nüfus kıyımından, sürdürülen sivil soykırım taktiklerinden  uzun uzun bahsetti.
Zühre son ahvali, içini döve döve dinledi.   
?  Peki abi, halk nasıl ezbere ilaç kullanacak, nasıl dağıtılacak yada nasıl hastaya ulaştırılacak? Diye, sormadan edemedi.
? Bütün ilaçlar, birkaç çeşidi geçmeyen salgın ve zatürree amaçlı olduğu için, genel itibarıyla antibiyotik türünden. İlaçlara otacı mantığıyla, önce hastalık ve belirtileri sonra kullanma süresi ve dozları yazılan açılamalar tek tek iliştirilecek. Savaşçılar tarafından şehir, kasaba temsilcilerine, onlardan da hastalara ulaştırılacak. Serum poşetleri ve enjeksiyonlu ilaçların kullanımında güçlükler görünse de, bu problem sivil şehir kadrolarınca izlenip, tedaviler tamamlanacaktır. Tabi bizim vazifemiz, ilaçları emniyetle bu kadrolara ulaştırmak. Hısım, akraba, misafir fenomenleriyle... Sevkıyatlar tamamen perakende yapılacak. Silahsız. İlaçlar tamamen giysi cepleri gibi zulalarda taşınacak. Artık kaç savaşçı kaç kere sefer yapar, o ihtiyaca bağlı. Bu yüzden görevlendirilen  savaşçı sayısı hayli fazla…
Bir süre ikisi de sustu. Babürşah kendi görevinden hiç bahsetmedi. Kısa bir süre sonrada abi kardeş öylece uyuyakaldılar.
 Babürşah'ın başı, sırtını dayadığı kalın yün yastıktan geriye doğru kayıp, duvara yaslandı. Sol eli hala kardeşinin omuzundaydı. Yarı bağdaş kurulu dizlerinden yerde olanına başını koymuş olan Zühre, ağabeyinden önce uyumuştu. Öyle huzurlu bir uykuydu ki bu, ne zaman zaman sobadan duyulan budak patlamaları ne Babürşah'ın uzun testere nakaratı horultuları nede Zühre'nin uykuya geçerken ani tiksinmeleri umurlarında bile değildi.

* * *
Öğlene doğru Halime ana, onları köyden bir çocukla eve çağırdı. Çocuk, kapı açılmayınca pencereye vurup, bağırtıyla onları çağırıp gitmişti. Çocuğun aksanı ve çıkışır gibi bağırtısı Umran'ı hayli güldürmüştü. O; " Ola siz nasıl savaşçılarsız, öylen olmuş, hala yatarmısınız?.. Ula ..., uyanın!.. Halime teyzem sizi bekler, hey duyduz mu!..  Bunların duyacağı yok baba!.." Demiş, kaçarcasına patır patır uzaklaşmıştı oradan...
  Hava hala mattı. Akşama çok yakın intibası veriyordu. Sokaklar don, gece yağan kardan dolayı çeşme ve ahır yoları dışında her yer bembeyazdı. Birkaç kadın, hala damlarda kar kürüyordu. Havada sühunet vardı. Bazı çocuklar kabansız, don gömlek, hatta bazıları yalın ayak kapı eşiklerinde burunlarını siliyorlardı. Gelinler ve genç kızlar etek toplamış, koltuklarında çamaşır yada tezek sepetiyle evlere girip çıkıyorlardı. Oluklardan sarkan bazı buzların bacalara yakın olanlarından su damlacıkları düşüyordu. Bir çocuk düşen damlalara ağzını hizalamış, damla düştükçe keyifleniyordu. Köpeklerden bazıları kancık olanın ardında, hırlamalar ve ciddi olmayan boğuşmalarla koşturup duruyorlardı. Caminin önünde üç beş ihtiyar, koyu sohbetlere dalmış, çeşmedeki kalabalık dağılmıştı. Suyun sesi, şimdi meydana varmadan da duyulabiliyordu. Oluk, soluk soluğa derin nefesler alıp, gümbürtüyle dışarı atıyordu suyu. Sulakta, sona kalmış bir iki katır ve eşek, ağızlarından su taşıra taşıra keyfini çıkarıyordu çeşmenin. Tezeklikler tarafında yavru bir köpek saldırıp saldırmamakta tereddüt ettiği iri bir kediye havlıyor, fırça yedikçe geri geri kaçıyordu. Umran'da diğerleri gibi geç uyananlardandı, bugün. Bu kadar kesintisiz, altı saate yakın uyku, hayli dinç uyanmasına neden olmuştu.
Bir şey düşünemeyecek kadar rahattı. Hatta defalarca esnedi. Çıkardığı seslere kendide güldü. Hasan hala yataktaydı. Ses duydukça yorganı biraz daha başına çekiyor, bu sefer ayakları açılınca dizlerini çekip uzatıyordu. Oda bayağı soğumuştu. Parkaları hala kurumamış, hatta daha da ıslak görünüyordu. Bu yüzden Umran hangi elbisesine el attıysa, hep ıslak buldu. Islak olmayanlar ise kaskatıydı. Hatta pencere tarafına düşmüş kazağının, bir kolu soba borusu gibi katılaşmış, donmuştu.
Bu gün her şey onu güldürüyordu. Yataktan çıkış sırasında, uzun donuna ve sallanan lastiğine bile güldü. Epey zamandır pantolonunu çıkarmamıştı çünkü. Dağ uykuları soyunup, dağıtmaya gelmezdi. Parka çıktımı, gece kıyafeti giyilmiş olurdu. Sahi bir de uyku tulumu vardı tabi. Dağdaki uykunun yatağıda, pijamasıda formaliteside bu kadardı. Sobayı yakmaktan başka çare yoktu. Elbiseler kurumadan dışarı çıkamazlardı. Sobayı tutuşturup, ıslak ve don ne varsa eline geçeni etrafına astı. Oda ısınmaya başlayınca etrafı ağır bir nem kokusu sarmıştı. Nem ve sıcağın etkisiyle camlardan da gözyaşı akmaya başladı. Buna memnunda oldu Umran. Çünkü buzla sırlanmışçasına bembeyaz camlar artık açılıyordu.
Pencere önüne sandalyeyi çekip, avucunun içiyle camı sildiyse de, dış yüzdeki buz sensin demiyordu. Pencere mandalını çevirip Zühre'ye olan istikamette avuç kadar bir yüzeyi hızla silip, tekrar kapadı. Kaçamak yapmış ergen tuhaflığıyla pencereyi kapatır kapatmaz, çözülen kısımdan karşıdaki bilindik pencereye bakmaya başladı. Gel gör ki yavaş yavaş tekrar donmaya başlamıştı cam. Yarım metreyi aşkın kalınlıktaki duvarın nihayetindeki cama uzandıkça, bu sefer de kendi nefesi buğuluyordu  camları... Velhasılı kelam olmuyordu...
 Bu arada Hasan uyanmış, sessizce Umran'ın komik hareketlerini izlemeye koyulmuştu. Elbiseler ıslak kağıtların yanması gibi nem tütüyorlardı. Bir ara Umran, eski bir otantik türküyü mırıldanmaya bile başlamıştı. Odada kasvetli bir sıcak hakimdi. Kıs kıs gülmeye başlamıştı Hasan. Daha önce hiç iç çamaşırıyla görmediği Umran abisinin, çamaşırlar nedeniyle tamda göremediği cam önünde, garip el kol hareketlerine birde türkü eklemesine daha fazla dayanamadı ve daha fazla içine sığdıramadığı kahkahayı adeta fışkırtıverdi...

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi