MENÜ
Erzurum
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (44)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
13 Mayıs 2009 Çarşamba

Çeçenya ah Çeçenya... (44)

Kırsaldaki giyimlerine göre şimdi hepsi hayli rahatsız, hareket imkanı zayıf elbiseler giymişlerdi. Bu yüzden sıkıntılı ve komik hissettikleri dahi oluyordu kendilerini.
 Onlar hayli rahat ve sade elbiselerle yaşıyorlardı. Mesela eski afet çadırından biri sökülüp, bir dizine pantolon dikilir, parka yapılır, onlardan biri mutlaka bedenlerine uyardı. Hele birde, içine bir geyik yada koyun derisinden tüylü bir müflon giydirdiler miydi, sayısız kış çıkarılmış olurdu.
Dağdakine göre hafif, üşüten ve hareket imkanı zayıf, yensiz paltolar giymişlerdi. Burada başka türlü, sıradan görünmek mümkün olmuyordu. Hatta ilk gün şehirde dolaşırken birbirlerine hayli takılmışlar, daha önce bilmem kimin giydiği bu kullanılmış pantolon ve paltolarına gülüp durmuşlardı.
Yeni kıyafetlerle, nasıl yürüyeceklerine yada nasıl alışacaklarına kadar defalarca kendilerini gözden geçirip, her gün yavaş ve büzülmüş intibalı yürüyüşlerle idman yapmışlardı. Bu arada, çatışma sırasında koltuk altından yırtılması gereken dikişleri zayıflatmayı da ihmal etmemişlerdi.
Hepsi bu da değildi; omuzlarını düşürüp, gözleri yerde, dizlerini hafif kırarak, bazen mutlaka birinden biri aksayarak yada öksüre öksüre keşif yapmışlardı.
Bugün artık tüfeklerini de palto altında zulalayınca, biraz daha şehirli gibi görünmeleri şart oluyordu. Yensiz elbiseler çabuk yoruyordu. Arada bir de, tenha bir köşede başlarını kaldırıp, dinlendirmeleri yokmuydu!.. Bu durumlarda göğe asılı gibi kalakalıyor, omuzlarına sırtlarına masajlar yaparak, rahatlamaya çalışıyorlardı.
 Şehir adeta bir kafesi andırıyordu. Ne heybetleri adına dağlar vardı, ne hürriyetleri adına cıvıl cıvıl hareket serbestileri. Burada huzur yoktu ama olsaydı bile sıkması muhtemel bir huzur olurdu. Çünkü çoktan kaldırım yürüyüşü dahil çoğu şehir alışkanlıklarını unutmuşlardı.
Aranıp ta bulunamayacak kadar hayli hedef çıkıyordu karşılarına. Her böyle bir kişi yada binayla karşılaştıkça, her biri içinden ayrı senaryolar kuruyordu.
Zaman zaman uçaksavar sesleri işitiliyordu. Özellikle akşam saatlerinde ' biz buradayız' der gibi, korku salıyor olmalıydılar.
Ve, öz yurdunun garibanları… Yırtık pırtık paltosunun eteğini dizi altına almış, pür dikkat yere bakan şu dilenci!.. Koltuk altında ne taşıdığı pekte belli olmayan tedirgin bakışı, kaçarcasına yürüyüşü,  çökük avurtlarıyla şu yaşlı kadın… Bol bir asker kaputu giymiş on yaşlarında sıska bir çocuğun kuru öksürüğü ve kuru yer arayan hapşırıkları, işte eski günlerden kalma parlak bastonuna batıracak yer arar gibi yürüyen düştü düşecek bir ihtiyar daha… Bu ne garip sılaydı böyle!.. Bu ne ağır bir imtihandan geçiyordu insanlar.
Ya şu gökle aralarına giren koyu bulutlar!..
Birine hafifçe çarptığını birkaç adım sonra fark edebildi Umran. Düşünceli ve dalgıncaydı bugün. Arkasına bakmadı. Ama arkasındakinin bir an ona baktığını hissetmişti.
Ağzını biraz daha boyun atkısına sokup, halktan biri gibi fukara psikolojisiyle yürüyordu. Arkada, aralıklarla Ömer ve Babürşah geliyordu. Ömer, arada boşluk buldukça, yine o garip kırıldılı, sevdalı mevdalı türküsünü çığırıp duruyordu. Zaten en acemice yürüyenleri de oydu. Gırtlağı gibi vücudunu da eğip bükemiyordu. Sporcu olmasına rağmen, işin bu türlüsüne gelemiyordu işte. Bazen bazen aksama intibası verebiliyordu, o kadar.
Babürşah daha çaprazlarından geliyordu. O, o kadar tabii yürüyordu ki, sanırsın kırk yıl bu şehirden ayrılmamıştı.
Hemen hemen hükümet binası, garnizon ve diğer bazı önemli binalarında olduğu alana girmek üzereydiler. Nöbetçiler, sivil ve üniformalı korumaların sayısı epeyi artmıştı.
Birkaç gündür keşif yaptıkları noktalara doğru yönelmeye başladılar. Beş on dakikaya kadar cehenneme çevirecekleri bu meydanlıkta, şu an her şey rutin bir tabiilik içindeydi. Hiçbir anormallik gözlenmiyordu. Yerlerde greyder izleri vardı. Sabah erkenden yağmış hafif kar, onlar gelmeden temizlenmişti. Yerler bu yüzden hala kaygandı.
Hükümet binası önünde birkaç belediye işçisi, merdivenlerin son temizliğini yapıyor, başka bir görevli, kucağında tuttuğu rulo yapılmış kırmızı halıyı sermek için sabırsızlanıyordu. Diğer binalarda; kıyafetleri düzgün, temiz ve renkleri solmamış paltolarıyla girip çıkan siviller vardı. Bir de koşturarak kapısı açılıp kapanan üniformalılarla,  mesai saatini geçirmiş  resmi süsleriyle pırıl pırıl makam araçları...
Halktan insanlarda vardı tabii. Ama ilk bakışta hemen belli ediyorlardı kendilerini. Bir sürü tereddütten sonra yaklaşabildiği bina nizamiyesinde sorgulanan, aranan, bazıları itile kalkıla içeri bazıları dışarı atılan onlarca insan. Kimi cesaretini toplayamadığı için hala kapılardan daha uzakta, 'bugün devletin morali nasıl!' diye, kestirmeye çalışıyor, çocuğunu çekiştiren bir anne bazen durup, kısa mantoları, beyaz kürkleri, papaklarından salınmış parlak saçları ve koyu gözlükleriyle, kırıta kırıta yürüyen işgal  kadınlarına bakmayı yeğliyordu.
Resmi dairelere girip çıkarken, hatırları sorulan hatırlılardan tutun, alkolle ovuşturulan kapı, pencere camlarındaki faaliyetlerin hepsi ama hepsi günlük dozlarındaydı. 
Sabaha göre biraz daha yumuşamıştı hava. Sokaklarda pek hissedilmeyen hafif, seyrek beyaz tüyler uçuşuyordu. Bir anlamda iyiye de işaretti bu tüycükler. Yakınca, belki bir saatte kalmaz hatırı sayılır ve belkide günler boyu yağacak karı haber veriyordu.
Görünürde ikisi tam karşılarında, üçü sağ istikametlerinde, ikisi volta atan olmak üzere yedi nöbetçi sayabilmişlerdi. Düne göre iki, evvelsi güne göre tek asker eksikti. Ama daha uzaktaki nizamiyelerden, zaman zaman başıyla caddeyi kolaçan eden 'kollayıcılar' tam tekmil tamamdı.
Şimdi sadece bekliyorlardı. Umran çöp konteynırı yanına ilişmiş, ızgaralar arasından arada bir kolunu uzatıyor, poşetlerden daha temiz olanlarını karıştırıp duruyordu. Hafif çaprazındaki askerlerden biri ıslıkla onu ikaz ettiyse de, biraz geri çekilir gibi yapıp, tekrar konteynıra ilişiyordu. Eline geçen ilk poşetten çıkarmış gibi sigara yakıp, bir iki kez öksürdü.  Nöbetçi de bıkmış olacak ki artık bu pis tiryakiyle ilgilenmeyi bırakmış, kendi havasına dalmıştı.
Bu arada başka fukaralarda geldi tabi. Onlar belki de alışkan oldukları bu  hergünkü mekanlarında başka çöplükçüleri görünce, pekte memnun olmadılar. Ama kendi görünüşlerinden daha pecmurde olan bu insana birazda özgüven sıkıntıları sebebiyle  ilişmediler. Sadece bir iki burun kıvırma o kadar.
 Ömer cebinden çıkardığı su dolu votka şişesini yudumlaya yudumlaya Belediye binası kapısına iyice yaklaşmış, daha parlak çizmeli olan nöbetçiden para istiyordu. Dilenirken artık türküsüne de tahdit koymuyordu. Bağırmıyor ama hayli becerdiği sempatik sarhoş tiplemesiyle nöbetçileri güldürmeyi başarıyordu. Bir iki kez ona dipçik dayayıp ittirdiler ama bu sarhoş hayli arsız ve kararlı davranıyordu. Tam bir gececiydi bu mendebur(!) Öyle komik sigara istiyordu ki, baş parmağını ağzına götürüp götürüp sonra havaya "püf" diye, üfürüyordu. Nöbetçilerden yüz bulamadıkça her seferinde başı eğik boynu bükük geri dönüyor, duvar dibinde ayaklarını çift uzatarak öylece oturuyor, garip gurup itirazlar yapıyordu.
Derken, daha gerideki nöbetçi Ömer'e taraf ki nöbetçiyi panikle uyardı. Asker de bu defa daha ciddi bir yüz ifadesiyle, küfürler savurarak Ömer'i on onbeş metre kadar daha uzaklaştırdı. Ömer ne kadar geri çekiliyorduysa da, biraz sonra koşarak katedeceği mesafeyi de muhafaza etmeye özen gösteriyordu. Aksi taktirde arbedenin kapı cephesi kaybedilmiş olabilirdi. Bu kapı, içerden dökülecek askerlerin kontrol altına alınması anlamında, önemli ama çok önemli bir detaydı. Bu sebeple nöbetçi askeri bıktıra bıktıra  gerisin geri giderken, hem birkaç kabza darbesi yemeyi göze almış, hemde bir kaç kez düşmeyi ihmal etmemişti
Araba gecikiyordu. Biraz daha gecikirse konumlarını muhafaza etmek hayli zorlaşacaktı. Çünkü hepsi, tam hesapladıkları koordinatlarda konuşlanmışlardı. Bu noktalarda oyalanmak her an biraz daha zorlaşıyordu. Nitekim bazı nöbetçiler, randevu bekler gibi karşı da dikilen Babürşah'tan işkillenmeye başlamışlardı bile. Hesapta olmayan ek süreler uzadıkça uzuyordu.
Babürşah askerlerin ilgili bakışlarına cevap verir gibi, meydandan yeni çıkan yaşlı bir ihtiyarı durdurup, hal hatır sormaya başlamış, böylece yerini değiştirmiş oluyordu.
 Vakit geçirmek adına;
? İşini halledebildin mi Baba?.. Diye, sordu adama. Bu soruya verilecek cevabın uzun olacağını biliyordu. Hele bu görmüş geçirmiş yaşlı bir şehirli olunca;
İhtiyar;
? Nerdeee!.. Ne işi evladım, canımı zor kurtardım. Göçeceğim, dedim evimi bilmem ne vakfına bağışlamam karşılığında 'belki' dediler. Biri beni kenara çekip şu kadar banknota işini yaparım, diğeri evi yakarsan arsa için şu kadar banknota işin hallolur çeker gidersin, demez mi!.. 
Böyle delikanlı böyle… Ya, sicilde çektiklerim… Lanet olsun lanet olsun… Az daha tutuklayacaklardı beni… "İtin ahmağı kayganadan pay umarmış!.."  Benimki ona benzedi işte...
Nene lazım senin bu işler... Nerde şu savaşçılar, niye hesap sormazlar, neyi beklerler daha?.. Yahu!.. Bunlar, masalara sırtlanları oturtmuş, vatandaşı leş diye önlerine atıyorlar. Dünya çıldırdı kardeşim. Burası Başkent, Başkent!.. Vay, buraya dünya diyenin başına!..
İhtiyar belli ki gemi azıya almıştı. Hayli bitkin ve sinirliydi. Yüzü gözü sırılsıklam ve soluk soluğaydı. Elini sallayıp gitti sonra…
Babürşah hiçbir şey söyleyemedi. Dişlerini sıkarak bir süre arkasından öylesine bakakaldı. Hakikaten hafif aksayarak, başı eğik ve örselenmiş bir ruh haliyle yürüyordu şehirdekiler. Tam bir esir gibi.
Tali yol kavşağında nöbetçilerden sinirli olanına görünmeden yeniden dikilmeye devam etti...
Karşıda birkaç çocuk, çöp bidonlarının bazılarına dalıp çıkıyordu. Şu kar, şu beyaz çocuk yanaklarının atıldığı çöplük hayli dokunaklıydı. Tekrar caddenin başına, binalara doğru baktı.
Kar kadar soğuk ve o kadar bembeyaz yüzlerle çıkan insanlara bakıp durdu... Şairin; "…niye karlar erisin dersiniz ki, siz kar suyu içmezsiniz ki…" dediği ahvalde, birkaç mısra takıldı diline.
Deliler karı yeşile boyayıp, bahçelerinde baharı getirmişlerdi bile!.. Sıra kendilerindeydi. Karı kırmızıya boyama vaktiydi. Mevsimlerin bir de cehennem sıcakları vardı. Onun rengi kırmızıydı tabi! Namluları önce kırmızıya batırıp, sonra tuval diye kara süreceklerdi.
Neden sonra , " ... savaşçılar burada, ihtiyar!.." Dedi, arkasından ihtiyarın.
Kar topu güneşe deyecekti. Silahları patlar patlamaz, şehrin mahalle ve varoşları da patlayacak, besleyici ana trafolar ve şalt sahaları da yerle bir olacaktı. Zalim Belediye başkanının gözleri gibi, şehrin bütün ışıkları sönecekti. Hele 'Kuzey Treni' İstasyonunda ki patlamalar, önemli bir gıda ve et stokunun istasyon hangarından nakledilememesi, bu stokların takip eden gecelerde talanlanması anlamına geliyordu. Sonraki günler artık halka kalıyordu. Uzun süre ışıkları yanmayacak ana arterlerde rızık arayabileceklerdi. Kömür tevzi ofisinde, halka tek keseği verilmeyen binlerce ton stok kömür, bir iki ölü pahasına el değiştirebilecekti. Kuzey vagonlarına yüklenen yetim erzaklarına canı pahasına da olsa sokulan açlar olacaktı.
Bu gün bütün bunlar olacaktı...
İntikam günüydü artık azizlerin şeytanlardan…
Caddenin başından nihayet bir araba sesi duyuldu. Evet!... Siyah arabalar, peş peşe ve hızla girmişlerdi alana. Hepsi dikkat kesilmişti. Nöbetçilerde bağrışmalar, el işaretleri, vaziyet almalar, konvoyun bekledikleri kişiye ait olduğunu haber veriyordu.
Aynı marka ve tipte iki kara otomobil... Evet, tastamamdı işte… Gelmişti nihayet...
Umran, üzerindeki uzun paltonun bir çekişte sağ kolunu yırtıp, tüfek tarafından kolunu çıkarmış halde teyakkuza geçti. Babürşah hala beklemedeydi.
Arabalar durmuş, iki arabadan bir sürü koruma dökülmüştü...
Ömer, nöbetçilerin sür namlu alarm halinde olmalarına aldırmadan, Belediye ve Garnizon binasının ortak girişine doğru koşmaya başladı.
Nöbetçilerden biri şaşırmış, ateş edip etmemekte tereddüt geçiriyordu. Şu sümüklü yoksula ne olmuştu böyle. Başkandan iş mi isteyecekti yoksa!..
Ömer, Babürşah'la göz göze gelip el okeyi alması ardından koşmaya başlamıştı.
 Daha üç beş adım sonra paltoyu da çıkarıp atmıştı. Nöbetçilerden biri kapı girişinde vaziyet alırken, diğeri daha açıkta diz üstü nişan vaziyeti almıştı.
İlk ateşi kapıya tarafki nöbetçi açtı. Ömer çapraz hareketlerle, ilk mermiyi savuşturdu.
Seyyar dipçikli tüfeği hala omzuna asılıydı. İki kez sağına doğru kendini yere atıp, yuvarlandı.
Son dönüşünde silahını kavrayabildi ki, ilk yakın temasta ki nöbetçiye ilk mermisini sıktı. Diğerini hernasılsa hiç göremedi.
Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi