MENÜ
Erzurum 22°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (37)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
4 Mayıs 2009 Pazartesi

Çeçenya ah Çeçenya... (37)

Kahramanlar dişleri arasına sıkışmış öfkelere benziyordu. Kimselerden, ne bir su sesine ne bir yaprak hışırtısına benzer 'çıt!' çıkmıyordu. Her biri diğerine karışmadan, aynı mecrada akan sular gibiydiler. Gönüllerini saklamışlardı. Keyiflerini, karnı tok kurtlarla ulumaları karşılığında takas etmişlerdi. Yıllar var, köyde düğün dernek kurulmamıştı. Gönül adına taşı atan, taşının ardından koşup kendi kafasını yarıyordu.
 Ya hayaller... Bunca zor diyarın bunca zor insanı arasında, biri yürüyünce sanırsın bir kalabalık yürüyor intibası veren zorlar arasında, silahla öfke arasına sıkışmış hayalde ne imiş!.. Bir savaşçıyı yalnız bulmanın, gözlerine bakabilmenin yada zamanına karışabilmenin hemen hemen imkansızlığı karşısında, özgürlük denen ufuklarda elbet hayaller de öfkeliydi. Ve!..  Bunca, mesafeler kadar kahramanı olan savaşçı arasından, bir iki sokak boyu hayata taşınacak civanda bulunmazdı elbet. Mesafeler yumak yapılamayacak kadar uzun ve kırılgandı. Çöl güneşi kadar sıcak, kutup buzulu kadar soğuk mesafeler bahşeden gönüllerle 'bir seven' olmak, 'bir Zühre' olmakla eşti. Karadağ'ın kara vezirinin kızı olmak gibi...
 Tekrar  sır manzumesi içinde 'her ve hiç' üzerinde düşünmeye başladı. Yalnızlıktan kartopu yaptığı sitemleri fırlattı durdu. Hiç değilse yalnızlığı da vardı...  İşte onun sayesinde, kendi içinde de, cemiyeti içinde de korkular kadar hür yaşıyordu. Ne karanlıkta muma, ne ışıkta gölgeye minneti vardı... Uyanmak için uyumuyordu. Artık sevdası sönmeden soğumazdı bu yastıklar...
 Teorinin kurnazlığına gülümserken, çeşme çapkınının maşrapasına tekme vuruyordu!
 Kendi düşüncelerinden kendine örnekler vermeye başladı. Her insanın kendine örnek verebileceği bir kendisi vardı ya!.. Herkes kendi kahramanıydı. Sonuçta insanı tereddütleri korkaklaştırırdı. Nede olsa tereddütler nefsin şeytani taktikleriydi. Bu yüzden artık asla asla tereddüt etmeyecekti.
 Bu demler, gönül küçükte olsa bir hayal bulup yaslandıkça nede hoş oluyordu anlar. Bu hal, her gece dağ ufkunda dalıp dalıp, serin bir nefes gibi saçlarını rüzgarlarına salan 'Zühre kız' için, artık sevdasından kaçışın fazla anlamı olmadığına işaretti. Nitekim,'Tereddüt yok' dedi, belki onlarca kez. Bütün çıkmazlarıyla yüzleşmeliydi artık. Savaşçılar için zaman kısa yol uzundu. Ona gülümseyerek, daha çok acı çekeceğini bile bile gülümsemeliydi artık. Kaldı ki 'Zühre dalgınlığı'  onu çabuk ve vakitsiz elinden alabilirdi. Ona daha fazla yüklenmemeliydi... 

 "Aşkının dilinde siteme düştüm
  O aynaya baktı, ben yere düştüm
  Suyu sever diye gözüne düştüm
  Bir dal çiçek diye kırılıverdim
  
  Uzaklara benzer bir hale düştüm
  Beyaz mendil gibi yaraya düştüm
  Bulanık bir suda şavkına düştüm
  Bir mermi sesiyle seriliverdim.."
Yoksa yeniden mesafeli mi olmalıydı. Şu köyün kalabalık kızları arasına karışıp da, günlüğüyle fingirdeşen kızlar gibi mi olmalıydı!.. Ama orada gönül yoktu ki!.. Burnunu karıştırmaktan başka eylemi olmayan kalabalıklar gönül çıkaramazdı. Gönül ölümden geriye artmaksa, hayat bendinden taşan bir su mevzuu olmalıydı! Bu taşkın, mezar çukuruna dolan sel gibi zalim olsada, artık 'varım' diyordu...
 " Ah gönül!.. Su sevmeyen ama her gülümserken de ıslanan gönül..."
 Aç aslana benzeyen gönül... Öyle ya!.. Açken girebildiği kafesten tokken çıkamazdı ya!.. Kolay gülümsemelerle aslan avına çıkmışlardı işte... Gülümsemeler toktu. Tok bir ihtirasın aç tüfeği olur muydu!.. Kafesteki aslana mı silah çekmişti acep!.. Eyvah eyvah!..  Gönül örselenmiş kuş yuvası gibi soğumasa yeniden, böylesi mazallah muhabbet fahişesi ederdi. Ne ayna kırarak ne rüyaları uykuya havale ederek gönlüyle uzlaşmalıydı. Aksi zaten yakışmazdı Zühre'ye. O gönül tutmak için; belkide en zor kahramanlıktır, demez miydi?.. Bu yüzden onun karanlıkları hep aç değil miydi!..
Çağın kelepçeleri ucuz afyon seranatlarıyla örülmüştü. Gülümsemeler kolaydı. Dudaklar fahişe döşeklerinden farksızdı. Bu yüzden çağda öyle gönül de yoktu, mukayese arayacak. Ama gönülsüzde yaşanmazdı ki. Bu günler için hayat, gönülü hesaba katmamış olsada, hiç değilse deneyecekti!..
Gülü kızartanda, sarhoş laleye boyun eğdirende gönüldü. Zor olsada, gönlünce gülümseyecekti artık. Haram cüsseli kelepçeleri zayıflayarak atacaktı bileklerinden, acıyarak gevşetecekti.
 Bir an ölüm fikri geldi aklına, ölümü yoksul bir gezgine benzetti. Yırtık pırtıklar içinde, salya sümük, iki büklüm. Kimsenin misafir etmeye yanaşmadığı, camii avlularında, kilise kerevetlerinde geceleyen kara cüppeli seyyahlar cümlesinden... "Dur bakalım" dedi, sonra. " Orda dur!.."  " Daha bir Umran var, murat almadan nerye, sahipsizmiyim ben, ne sandın!.."  "Hayat, ölüme karşı iflah olmaz bir tedbir değil midir!.." diye diye, saklanmaktanda vazgeçti, düşünme inadındanda... Nihayet ürpertiler içinde, kendi kendine en garip soruyu sordu; " kimi ikna etmeye çalışıyorsun sen?.."
 Ağlamak istiyordu... Gönlünden toprak kokusu aldıkça, o hep dışarıda sabahlayacaktı böyle.
 Hayat acımasızdı. Dikene, acı da gerekli diye parmak batırılmazdı ki!.. Hayat, sayfaları özenle açılamamış bir hatıra defterine benziyordu. Yarı hayal yarı gerçek bir sürü kelimenin sırtlayamadığı buydu işte, kimi delirtmemişti ki!.. Hangi satırda kalınıyorsa noktası ölümdü bu kitabın. Soru işaretleri yetim inzivalarına benziyordu. Birde bu işe 'yaşamak' diyorlardı. Yaşamak diye, adını kim koymuştu bu çıkmazların... Hakikatleri dahi yasaklı olan yalan, yalan bir hayat... Böyle bir dünya... Ünlem doluydu, eyvah doluydu, yazık doluydu...
 Büyük bir denizdeki sarp bir kıyı, hayatı ne güzelde tarif etmişti. Vahşi ve pervasızca su püskürten dalgalara; siz ne yapmaktasınız, diye, sormuştu da, dalgalar;  " can sıkıntısı arıyoruz!.." diye cevap vermişlerdi. Kıyı da; " O zaman benden zırnık koparamazsınız " demişti...
 Yürekte başlayıp hazda istikamet bulan "oluşma fikri", denize ulaşmak için nehir takip etmeye benzemekteydi. Sanki bir yaprak suya düşmüştü. Üzerinde Meryem'in dudak izleri... Suyun eyvahları olan köpükler, bir araya toplanmış... Onu, serçe ölüsüne çarpmış bir su damlacığının köpüğüne bindirmişlerdi. Birkaç kırık dal;     " akan suda geriye bakılmaz"  diye, tembihliyordu. Ama geriye bakmadan yapamıyordu işte... İnsan indinde kusursuzluk yoktu ya!.. En başta şu özlem denen şey, başlı başına kusur değil miydi!..
 En doğrusu, şeytanların ipini boşaltmadan, gönlü bir postacı sadakatiyle adresine teslim etmekteydi.
 Sokaktan sesler duyunca düşünmeye ara verdi. Ayak sesleri yaklaşıyordu. Kalktı, lambanın ışığını epeyi kıstı. Gaz lambasının fitili nerdeyse hazneye düştü düşecek oldu. Yakınında genzine vuran pasif gaz kokusuna aldırmadan, önünde bir süre öylece bekledi. Sonra pencereye doğru yaklaştı. Camdan bakıp bakmamak noktasında tereddüt geçirdi. Gelenler birkaç kişiydi. Hızlı yürüyorlardı. Biraz daha pencereye yaklaştı. Sesler daha yaklaşınca, ağabeyini kütür kütür ayak ritminden tanımakta zorlanmadı. İçini sevinç kapladı. Uyanık olduğuna öyle sevindi ki, abisi tek olsa neredeyse pencereyi açıp kucağına hoplayacaktı.
Yiğitler yiğidi geliyordu işte. Her sorusunun cevabı, her düğümün 'İskenderi' geliyordu işte. Dağların  bile dağ diye ona sığındığı... Kısık seslerle yanındakilere bir şeyler söylemeye çalışsa da, davudi sesini duyabiliyordu artık.
 Aceleyle parkasını atıp, üstüne bir şeyler giyip cama yaklaştı. Misafir evinin kapısını açıyordu abisi. Belli ki önce  Hala'sına uğramışlardı. Ağabeyiyle gelenleri şimdi net olarak seçebildi.
"Umran!.. Hani şu Umran!.." Dedi içinden. Ve, küçük Hasan…  Gülümsedi. Yalnız Hasan silahlıydı. Demek ki,  yabanda tipi yada sis vardı.
Dağlara doğru baktı. Bozarcık ağartılar vardı. Hiçbir şey belli olmuyordu. Müphem, garip ve mat… Belli belirsiz renkler üzerine ya beyaz, ya siyah renkler sürülerek temaları saklanmış gelin suratlı bir gök... Taş vurulmuş gibi bin parça edilmiş koyu bulutlar, gece mavisine gömülmüş cam kırıklarını andırıyordu. Şu baht rengi gece mavisi, yine ne yapıp edip sisi kandırmıştı! Şu adam gibi...
 Şuna da bak hele! Ne yapıp etmiş, kaş göz arasında yine pencereye bakmıştı. Neyse ki, onu fark etmemişti. Hem o niye gelmişti ki şimdi? Sinir şey!.. Sabah yine Camii önünde dikilirdi... İnadına yarın suya gitmeyecekti. Beklesin duradursun du oralarda.
 Şafak sökmüştü. Kısa bir süre sonra kapı çalınmıştı nihayet. Merdivenleri patır kütür inip, kapıyı açmasıyla abisine sarılması bir oldu. Belki bir nefes süresi dahi geçmeden. Abi  kardeş her zamanki coşku içinde sarıldılar. Zühre, yine gözlerini saklamaya çalışıyordu. Ağlamıştı ya!.. Başını ağabeyinin göğsüne gömmüş halde, öylece, nefes nefese bir süre bekledi.
Sonra, ağabeyinin koltuğu altında içeri girdiler.
? Güzelim, hadi yapma böyle. Bak geldim işte. Abisi kuzusu. Kınalı kuzum. Hadi artık. Bu gelişimde biraz sanki sıkılmış gördüm kuzumu. Söyle, canını sıkan bir şey yok değil mi? Hadi, yukarı çıkalım, hadi çöz ellerini üşüyeceksin. Parkam nemli ve soğuk.

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar
 25dadaş25
 4 Mayıs 2009 Pazartesi 11:21
abi kutlarım sizi yazar dadaş işte bu kitabınıda alacagız her zaman yazılarınıda seve seve okuyacagız bizim boynumuzun borcudur karşımızda şuurluduran can dadaşımız abimiz var selamlar
Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi