MENÜ
Erzurum 19°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (41)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
8 Mayıs 2009 Cuma

Çeçenya ah Çeçenya... (41)

Hasan vaziyetin sakat olduğunu çoktan anlamıştı da, vartayı nasıl atlatacağını hala kestiremiyordu. Şimdi kendini de yakmıştı. Ona da hayli sert ifadelerle bakıyordu üstelik. İki silah arasında kalmak böyleydi demek, diye düşündü. Neyse ki sessizliği yine Zühre bozdu. O an, ikisinin de ödü koptu, adeta.
 ? Hasan sen ne geveleyip duruyorsun demin beri?.. Hele şunlara bak… Hıh!.. Tebeşir kırıkları… Gidin başımdan öğlen öğlen, başımı belaya sokmayın!..
 ? Annem Zühre abla, anam dedi ki...
 ? Başlatma şimdi anana, savulun gidin be!..
 Zühre, demin beri yeri eşeleyen ayakkabısının topuğunu bu sefer daha hızla duvara vurup, eve daldı.
Hasan, yine bir şey anlamamış gibi yapıp, riyakar bir kızgınlıkla Umran'a döndü;
 ? Abi ne oluyor ya!.. Gidelim hadi abi. Bu kız deli!.. Zıvanadan çıktımı çıkar böyle!.. Hadi hemen gidelim. Topuklarımıza sıkar valla…
 Umran öyle bir ' of ' çekti ki, Hasan az kalsın yine kahkahayı basacaktı.
 Dönüp, yürüdüler. Ama hala Zühre'nin nefesini hissediyorlardı arkalarında. Hasan içinden, " bu arada bende nasibimi aldım" diye, hayıflanıyordu. Ama Umran abisinin halini düşününce,  " boşver" diyordu. " Hoş oldu hoş. Aman!.. Kime anlatsam şimdi ben bu olanları... Tabiki anama... Kaşınıyordun sen Umran abi kaşınıyor... Neyse!.. Anama şöyle bir çıtlatayımda, hayırlısı..."
 Fazla bir detay sahibi değildi ama nasılsa anası bir sonuç çıkarırdı bu hengameden.
 Sokağın sonuna doğru koşar gibi yürüdüklerinin çok sonra farkına varabildiler...

* * *
 Geldikleri geceyi saymazsak, bir gece daha kaldılar köyde. Umran son hadiseden sonra, kendini çok zor toparladı. Babürşah onu birazda emrivakilerle dolaştırıp durdu. Ama o, hep eve kapanıp düşünmek istedi.
 Ogün yemekten sonra, Babürşah Hasan'ı da alarak onları ahıra çalışmaya götürdü. Hayvanların incelen boyun bağlarını değiştirdiler. Yemliklerde kırılmış bazı ahşap aksamları onardılar. Temizlik yapıp, mayıs taşıdılar.
 Doğum yapmış bazı ineklerin kimi danasını yalıyor, kimi emziriyordu. Danalar için, geçen yıldan kalmış tezeklerle daha geniş bir bölüm bile yaptılar. Hasan katırı da tımar etmişti. Ama özellikle, danalarla hayli vakit geçirdiler. Kimi siyah gözlü, kimi sarı, kimi boz danalar hayli sevimliydi.
Hasan dananın birini kucağına alıp, bakalım annesi hangisidir diye Umran'la bahse tutuşuyordu. Yarım boy duvardan dana daha "anne!" diye möleyince, ilk tepki veren yada daha ilk huysuzlanan inek annesi oluyordu hep. Sonra karşılıklı konuşmaya başlıyorlardı. Öteden başka danalar da, annelerine kendilerini haber vermek için bağrışıp duruyorlardı.
Akşama doğru Halime ana süt sağmağa geldi. Umran, danalı ineklerden süt sağılmaması gerektiğini söylediyse de, Halime hala fazla sütün danalarda ishal gibi bazı rahatsızlıklara neden olabileceğini, dört gülün ikisinin danalar için yeterli olduğunu anlatmıştı ona.
 Dam saatlari sonrasında Umran bambaşka biri olup çıkmıştı. Gülüp söylüyor, etrafına şakalar yapıyor, gülümseyebiliyordu. Tabi bu işe en fazla sevinenlerin başında Babürşah geliyordu.
 Babürşah çok istemesine rağmen Umran'ı köye çeken sebep hakkında hala bir  fikir edinemedi. Hatta bu gelişin de, onda farklı bir çekingenlik ve durgunluk ta sezinlemişti. Kendisiyle uzun boylu sohbetler yapamamıştı ama sanki zaman zaman daha çok ondan kaçıyormuş intibası bile vermişti.
Babürşah evden zor çıkarıyordu onu. Adeta kolundan çekerek alıp, dolaştırıyor, ona ilginç gelebilecek yer ve mahalleri gezdiriyordu. Bir ara, onun bir hayal kırıklığı yaşamış olabileceği de gelmişti aklına. Kimbilir!.. Belki de 'yavuklu' dediği için; şu yumurcak Hasan olumsuz açıklamalar yapmış, sorduğu kızın 'nişanlı' yada' gelin'  olduğunu bile söylemişti… Ya gerçek buysa!..
 Savaşçı arkadaşlarına çocuklar gibi titrerdi Babürşah. Hatta bu sefer Ömer'i de getirmek istemiş, ama Ömer daha eylenceli bulduğu arkadaşlarıyla kalmayı yeğlemişti. Hasan'ı saymazsan köye her gelişinde mutlaka arkadaşlarından birilerini getirmişti hep. Onları misafir evinde yatırır, ağırlar ve gezdirirdi. Bu şekilde onların aile özlemi, moral, motivasyonlarını güçlendirir, savaş şartlarından bir lahza uzaklaşmalarını sağlardı. Köye gelen her arkadaşını köydeki yaşlı analardan birinin oğlu yapar, böylece köyün teselli takatini dik tutmaya çalışırdı.
Köyde, dışarılıkta yakını olmayan aile yok gibiydi. Şehirde geçim arayanından, daha uzak kamplarda mekan tutmuş olanına, yıllardır haber alınamayanından, hapis yatanına kadar her türden hasret vardı buralarda. Zaten kendi de Gudernes-Shali hattından atanmamış mıydı Karadumanlı tarafına. Bu yüzden çok iyi bilirdi, sokak, ev, baca dumanı türünden özlemleri.
 Umran'ı da bu anlamda götürüp getirmişti köye. Ancak onu farklı kılan bir sürü şey olmuştu. Kendisi yokken bile yine kendi himayesiyle yaralı bir komutanla köyde kalmış, hayli acılar çekmişti. Ailesi de hayli sevmişti onu. Halası adeta analık yapıyordu ona. Çorap örüyor, alt kazakları dokuyordu. Kaldı ki çoğu kez sırt sırta yapılan uzun yolculuklar, ikili operasyonların sonuçları, onlara bambaşka bir arkadaşlık modu kazandırmıştı. En karmaşık olayda dahi konuşmadan anlaşabiliyorlardı. Müşterekleri hayli artmıştı. İkiside, biri diğerinden önce ölmek isteyen serbest yoldaşlar olmuşlardı. Taş dibinde, ağaç kovuğunda uyumuş, kurt hırıltıları arasında her biri diğeri için nöbet tutmuştu. O emsali az bulunur bir gerillaydı. Savaş ahlakı ve ideolojileri üzerinde hayli eğitimliydi. Konuştuğu zaman, özellikle dertleştiği zaman tam bir belagat sanatı sergiler, diyalektik felsefe derinliği akıl dolandırırdı. Temel öğelerinde şiddet yoktu ama merhametle, acımasızlık onun alt ve üst dudağı gibiydi. Hayli sınır ötesi eyleme katılmıştı. Dar bölge yada ülke fanatizmi taşımazdı. O hep dünya ezilenleri adına savaştığını söylerdi. Derin ve sessizdi. Gizleri koyuydu. Bu yönüyle, şimdiden mezarına benzeyen ender savaşçılardan biriydi o. Hakkında öyle uzun boylu bilgilerde yoktu zaten. Tarek savaşçılarındandı. Oralardan bir yerlerden olduğu, ailesini halen işgal altındaki o civarlarda bir yerde bıraktığı muhtemeldi. Emperyalistlerce öncelikli aranan savaşçılardan biri olması ayrı bir ayrıcalık kazandırıyordu ona. Haber getireni de, götüreni de olmazdı. Diğer savaşçılar gibi arada bir gidecek evi de yoktu tabi.
 Başına vadedilen ödül için zaman zaman Hasan; şu Umran abiyi ihbarmı etsek diye, takılmadan yapamazdı.
 Umran'la öncelikli arananlar listesinde olmaları, onlara başka bir kader ve akıbet birliği de kazandırmıştı. Ama şimdilerde, bu "hıyarın(!)" yanıp sönen moraline, endişelerine bir türlü anlam veremiyordu. Aslında onun derdinin köy mahreçli olduğunu anlamıştı. Bu bir gönül yazığına benziyordu. Benziyordu da, adam karda yürüyüp izini belli etmiyordu işte. Tekrar 'Hasan ihtimaline' dönünce, yüzünü buruşturdu. Eğer Hasan'a atfettiği ihtimalden nasipli bir umutsuzluk çıkmazı  peyda olmuştuysa, bu gerçekten çok kötüydü. Artık ne köye getirebilir ne güney hattında tutabilirdi onu. Temenni etmiyordu ama herhalde başka bir cepheye gitmesi mukadder olurdu. " Neyse!.." Dedi. " Neyse, görelim bakalım!.."
 Umran'ın koluna girmiş, Halime halalardan doğru çeşme meydanına yana yürüyorlardı. Köyden ayrılacakları şafağın ancak beş altı saat gerisindeydiler.
 Kardan kıtır kıtır gevrek sesler çıkıyordu. Ay ışığı vardı. Hasan çoktan eve gitmişti. Meydanlığa açılan ikinci sokaktan, köyün alt başına kadar yürüyüp kendi sokaklarına doğru saptılar.
Nihayet misafir evinin kapısındaydılar. Havadan, sudan, kışın çetin geçtiğinden bahsettiler, uzun yol hikayeleri üzerine hatıralar anlattılar. Çoğu kere de, onlarca adım boyunca tek kelime etmediler. Babürşah Umran'a hep bir şeyler sormak istedi ama sormadı. Her seferinde vazgeçti. Aralarındaki en dar geçit, o 'bir şeyler' dediği, konulardı ne de olsa.
 Kapı önüne geldiklerinde, Babürşah elini omuzuna koydu Umran'ın. Daha olmadı, her zaman ki baba tavrıyla parka yakalarından yakalayıp hafifçe yukarı çekti onu. Diziyle karnına hafif bir darbe bile attı.
" Umran!.." Dedi, gülerek…
 ? Baharı gök gürültüsü tokatlar!.. Bilir misin yiğidi ne tokatlar?..
 Umran, yalnız Babürşah'a özgü olan bu soru karşısında, sözün akacağı mecrayı değiştirmek adına espriyi patlattı.
 ? Sen tokatlarsın Komutan!..
 Dedi ve gülmeye başladı ki, bu sefer hafif bir kafada yedi.
 ? Bir daha yüzün dökmeyesin oğul... Bir daha arkadaşlığımı sınama. Kalkar bir sabah, bu köyde kim bu yiğidin moralini bozan diye, öyle bir bağırırım ki, yüreğin karnına düşer… Adamı rezil ederim. Ben hissin, duygunun delikanlı bozduğunu bilmem ama dağa yaslanan üşümez . Onu bilirim. Sevdalar insanı insan eder, isa değil!..Artık müsveddelerini yırt. Çık şu tepeyi. Çok oyalandın şu keşiş(!) kızıyla... Yoksa gelin ya da nişanlı mı?.. Böyle ise gölgeni yok yere eşeleme. Bil ki onun umranı senden daha çok bulutludur. Artık atına bin Umran… Felekle randevu aranmaz koçum…
 Umran, belkide ilk kez içinden gelen sese kulak verip, Babürşah'ın kollarını kavradığı gibi ona sarıldı. Bu adam kafın karı gibiydi. Ne olursa olsun ona anlatamazdı. Onun başına duman diye çökemezdi. Bunca düşman sıkıntı arasında, birde dost tortusu içiremezdi ona.
Gözleri nemlendi. Ve belkide ilk kez ona ismiyle hitap etti.
 ? Babürşah!.. Dostum… Her şey bitti, merak etme. Sen üzülme, ensemden bir yel vurmuştu beremi örttüm artık. Yiğit komutan, Umran seni hiç yalnız bırakır mı!.. Atıma bindim de sen fark etmemişsin. Sen sür atını. 'Deh!' dedikçe, kamçın benim atıma da değecek. Bizim sevdalarımızda öncelik bağımsızlığımızadır, toprağımızadır, bir türlü toparlanamayışımızadır…
 İkisi de hayli duygusallaşmışlardı. Çömeldiler. Babür sigara çıkardı. Yine hafiften bir kar tozmaya başlamıştı.
Kapının biri sağ, diğeri sol pervazına yaslandı. Sessizliği bu sefer Umran bozdu.
 ? Komutan, şurda şafağa üçbeş saat kalmış. Şuracıkta uzansak ta olur. Hele çakmağı da alayım. Amaaan!.. Öyle de sardı ki!..
 ? Dinlenmekte lazım savaşçı. Yolumuz hayli uzun ve sapa. Epeydir Groznyy'e gitmedim. Hangi şartlarla karşılaşırız, bize ait Groznyy  hala oralarda mı(!) pek bilmiyorum. Mahalle kuytularında gecelemek de var. Görev müebbet…
 Diyordu ki, Babürşah kendi evinin kapısının içerden tıkırdadığını fark etti. Hafif bir şaşkınlık geçirdi, Umran'ın yüzüne baktı, sonra gülümsedi.
 ? Herkesin kapısı dışardan çalınır, bizim kapı içerden çalınır. Dur bakayım hele… Artık içeri gel, emri galiba!..
 Babürşah'ın bir solukta evin kapısına gidip, elinde iki kupa çayla dönmesi bir oldu. Zühre, misafir evi kapısındaki bu yarenlere çay göndermişti…
 Babürşah daha da yerleşti, şimdi. Bu sefer çömelmek yerine oturmuştu. Bu ikram ikisinin de çok hoşuna gitti. Zühre yine yapacağını yapmıştı. İkisi de ona içten gülümsemelerle cevap verdiler. İlaç gibi gelmişti çay. Sıcak ve Zühre gibi koyuydu, birazda acılık vardı tabi.
 Çay ve sigara faslından sonra daha fazla oturmadılar. Umran içeri girerken, Babürşah'ta evin yolunu tuttu. Kapıyı örterken bir an durumsayıp,  cama bakmaktan kendini alamadı yine. Yine olan oldu tabi.
 O'nu gördü, hayal meyal. Yine yüreği oynadı, yine sıcak ince bir sızı yüreğini delip geçti. İçini hazdan parmaklar okşamaya başladı. Belli ki hep onları izlemişti. Aman aman!.. Bu kız ne garip şeydi böyle. Karanlığıda çoktu, aydınlığıda. Öldürmeden önce gülümsüyordu hep. Bak işte, beyaz bir örtü vardı başında. Bu sefer gelinler gibi bağlamıştı. Yaşmağı yoktu ama "sen ayrıldıktan sonra artık yaşmak çekeceğim!" der gibiydi...  Umran diye biri vardıysa, oda bu son işaretin rüzgarında savrulup gitti...
"Zühre gelin!.." Dedi içinden, " Zühre gelin!.."
Bu neşeden de gamdan da öte bir şeydi. "Zühre gelin!.."  Fırsat bulmuşken ona birde " Zührem!.." Dedi, belki kaç kez...
 Gözlerini görmeseler de göz göze geldiklerini ikisi de anlamıştı.

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi