MENÜ
Erzurum 22°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (31)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
25 Nisan 2009 Cumartesi

Çeçenya ah Çeçenya... (31)

Ocağa yeniden çalı çırpı atıldı... 
Hud avuçlarını aleve siper etmiş halde konuşmaya başladı;
 -  Emperyalistler Gesi'ye açılan geçidi tutmuşlar… Üç bölgede geçitleri mayınladılar. Bu sefer plastik antipersonelleri kullanıyorlar. Yani klasik detektörler devre dışı kaldı. Kar mayınları tamamen kontrolsüz. O kadar mayının, karın erimesi ile birlikte başıboş kalması hayvanlar ve çocuklar için tam bir felaket. Köylere, helikopterlerden hükümet bildirileri atılıyor. Bundan böyle hükümete meşru bir sebep sunulmadıkça, kimse bölgesini terk etmeyecek. Kente inişler izinle ve mutlaka ana yollardan yapılacakmış.  Ayrıca misyonculara yataklık yapan bir köy, ya da bölge hükümet dedektiflerince tespit edildiği anda, buralara kesinlikle hava müdahalesi yapılacağı açıkça ilan ediliyor. Atılan bildiriler kanlı olarak toplanacakmış. Başkent'te, artık öldürmek için küçük bir şüpheyi yeterli buluyorlardı zaten. Hatta herhangi bir evden köyü, köyden kasabayı sorumlu tutacaklarmış. Daha bir takım panik edebiyatları... En mühimi Grozni'deki son tutuklamalar. Ondan da mühimi, Devlet Hastanesi morgundan gerçekleşen bir firar olayı.  Şimdi hayli enteresan bir hikaye anlatacağım. Hele şu çayımı tazele Hasan abi(!)... Hayli enteresan gelişiyor olay. Adam tutuklanışının ertesi günü, konuşturulması için hücresinde bekletilirken, garip bir şekilde bıçaklanıyor. Ne hapishaneye dışarıdan giren belli, ne bıçağı saplayan. Tabi bizle alakası da yok. Özel mahkum olduğu için, ne gardiyanların, ne nöbetçi askerin hücreye müdahalesi imkansız. Tutuklu ağır yaralı halde hastaneye sevke ediliyor. Sözüm ona iyileştirilip, sorgulanıp öyle öldürülecekler. Fakat havalarını alıyorlar. Adamı anında ameliyata alıyorlar, derken, cerrahlar başları önlerinde çıkıyor odadan. Hastanın kurtarılamadığı haberi yayılıyor. Cesedi morga taşıyorlar. Askeri savcının hastaneye kavuşma süresi içinde de, ölü demir parmaklıklı morg hücresinde kayboluyor. Aramalar, ısrarlı sirenler alarmlar boşuna. Başta hastane müdürü, cerrahlar ve hükümet prestiji altında ne kadar kayıtlı ziyaretçi varsa tutuklanıyor, kimi göz altına alınıyor. O gün hastaneyi, bir gurupta rus subay ziyaret ediyor. Fakat onlardan kesinlikle şüphelenilmiyor. Hükümetin haddine mi düşmüş, diş tartarlarını kazıtmaya gelen efendi subaylardan şüphelenmek… Garip, öyle değil mi?.. Acaba diyor insan!.. Adamın gerçekten ölüsünü mü kaçırdılar, yoksa dirisini mi?..
Daha bir sürü Başkent ensantenesi anlattı Hud.
Sonra birkaç harita ve tamamen şifrelenmiş bir mektup çıkardı göğsünden. Onlarda tıpkı teni gibi ıslaktı.
Onları Babür'e uzatırken, herkesi merakı basmıştı. 
- Keşke Burhan'la görüşebilseydin!.. Dedi, Babürşah...
Hud;
- Ben de çok istedim Komutan ama o Moskova'dan dönmemiş. Yakup babayla epey görüşmüşler. Haritalardan kırmızı puanlı olan dışındaki ile, mektup sizin. Bir dostmuş, tanımıyorum. Kankamı aracı koymuş. İnşallah arkadaşınızdır.
Hasan bu sefer, nohut ezmesiyle karıştırdığı kaynamış suyu metal kupalara dökerken, Hud heybede bir miktar şeker olduğunu işaret etti. Şamil'de, Hasan'ı beklemeden kalkıp aşağı yukarı bir kilo gelebilecek bez torbayı çıkarıp, ona attı.

- Komutan bana öyle geliyor ki; yani Kurban babanın Burhan'a ait ifadelerden anladığım kadarıyla, hareket için daha bir süre beklenecek. Bir hayli yeni tutuklamalar var. Herhalde bahar tipilerini savdıktan sonra!..
Babür O'na gülümseyince Hud susmayı yeğledi. Hazar ateşe yeni çalılar atmıştı.
- Ne o Huveyda, dedi, yoksa korkuyor musun?
Hud;
- Siz demez misiniz; bazı saldırıların mantığında korku yatar.
- Daha neler!.. Dedi, Ömer.
Devamla;
- Çocuk, kafan karışık senin. Hadi biraz uyu. Hem saldır hem kork. Öyle şey demez bizim Komutan!..
 Beriki;
- Korkunun ülkemi kurtaracak tek yol olduğu farz edilse dahi vallahi yine de korkmam. Dedi.
Bu sefer söz Babür'ü yakalamıştı. Babür;
- İnsanı bazen korkuları meşru kılar. Yine de korkusuzluk sanılan sığınak, korkuyla yapılır. Dur dur hemen itiraz etme, Ömer baba! Seni anlıyorum. Sen gözünün görebildiğine atfediyorsun korkusuzluğunu. Güzel. Çok güzel. Ama bunun kaynağına inin, biraz. Biraz daha düşünün. Korkusuz insan kaç para eder. Korkusuzluk sığınağının tefekkürü korku değil mi? Bizdeki korkusuzluk da zaten bu değil midir!.. Korkuya sırtını dayamışlar asla yenilmezler. Ruhun mutlak bir emir olması, korkuyu da o genele sokar. Korkmadığın korku nasıl olur!.. Emir taşırken, emanet edilen korkular değil midir. Emir insana, dolayısıyla insandan hayatınadır. İyi anlayın!.. Korkusuz insan duran su gibi kokar. Kahramanlık çapında korkabilirsen bunun adı zaten korkusuzluktur.
Ateş yarı yarıya sönmüştü... Yeni gün eski bir hatıra gibiydi. Düşüne düşüne yaşanacak hayat elbette hadisesini de doğuracaktı. Ha yeni bir akıl ha yeni bir gün. Yeter ki bu yeni gün, bir öncekine eş geçirilmiş olmaya. Ümitle başlaya, kazanımla bite. Ve… Yarın aç kurtlarla arasına kan kokusu damlatmaya!..
Babürşah, Hud'un uzattığı yeşil sargıyı bir daha çıkarmayacakmışçasına, tekrar özenle beline sardı. Arka cebinden çıkardığı 6.35'lik intihar tabancasını sol böğrüne yerleştirirken, yavaş yavaş sabahki neşesininde kaybolduğunu hissetmeye başladı.  Bugün hiçbir zaman alışamadığı o yasak dalgınlık yine peydah oluyordu ya, hadi hayırlısı diyordu kendi kendine.. Düşünceleri gündemlerine alışamadan, akıl başka yosmalar buluyordu. Haritalara uzun uzun bakamadı. Dalgınken bir şey yapmak gelmiyordu içinden. Ya da bir şey yapmaya namzet görmezdi kendini. Ne akıldan öteye uzayan metafizik, ne de ruhtan berideki mantık, onu bu haliyle istemediklerini her halleriyle belli eden saatlerdi bu saatler. Hareketlerine nükteden kilitler vuruyorlardı. Dudakları  bahçe kapısı gibi açık unutulmuş ve aralıktı. Bu anlar  basit bir cin bile şifresini vermiyordu harabeye. İç alimler, kitap yaprağı yakıp ısınırken, şeytanlar nabızlarına sızıyordu.  Hırsın en zalim olanı, sırtından kaymayacağı bir eşek bulmaktı ya!.. Mesela, öfke tara vurmak için kiprik koparıyordu.
Bir kasırga gibi boyutsuzdu bu demler. Bir sarhoş adını dalgınlık koyarak, realiteye kur yapıyordu!..  Onun için, tesellileri  işe yaramıyordu. Şu kelle dünya, bu boyutsuz hırsla aykırı düşmüyordu aslında. Ama herşey, onu   tahayyülsüz akıbetlere terk ediyordu. En masum haliyle, umudu temsilde bir bebek ağlaması kadar bile sır vermiyordu akıbetler. Zalim bir tefekkür ona kan kusturuyordu. Öyle ki kıvrılarak sığamayacakları bir bahçede, kuyruklarını yere batırmış, kıskaçlarını lale yaprağı gibi göğe dikmiş milyonlarca salyalı yılan. Bebek her birini bir diken sansa dahi, kim ayıklayacaktı parmakları zehirli dikenlerden.
Baharla yağmurun ayrılığı türünden, bir sürü de hasret taşıyordu yüreğinden.
Sağ elini beresi arasından olur olmaz ensesine uzattı. Bir iki ovaladı ve sebepsiz bir iştahla kaşıdı. Sönmekte olan ateşe yaklaştı. Rüzgar yaladıkça, kül kızarıyordu. Kızaran, mavileşen, grileşen, sararan binlerce renk seçiyordu. Üstteki küller uçuşmadan altı kızarmıyordu közün. Bir sırrı ifşa ediyordu küller. Küller ve köz!..  Dağa yaslananlar gibi.  Ocak taşlarına baktı, evet onlar da dıştan içe doğru soğuyacaklardı. Kendileri gibi. Kendileri uçuştukça vatanları kızaracaktı...
Bir mekanizma sesi daha duyunca, 'yinemi!' türünden yeniden arkadaşlarına döndü. Arkadaşları, bu sefer daha durgun buldular onu. Gülenler ciddileşti, konuşanlar mevzularını bitirdiler.  Bu halini ilk sezen Umran oldu ki, hemen yanına geldi.
Babürşah kendinden geçmek üzereydi. Önce yalnız kalmak için mağaraya girecek, bir süre sessizliğini sorgulayacak, sonra önüne gelen her şeyi yumruklayacaktı. Elleri kanayacak, sesi kısılıncaya kadar bağıracak, sonra uzun saatler boyu yanına yaklaşılması mümkün olmayan garip bir sessizliğe bürünecekti.
Umran arkadaşlarına elleriyle birtakım işaretler yaptı. Mesajı ilk çözen Hasan oldu ki, en yakındaki tüfeği alıp, gelişigüzel ateş etmeye başladı. "Biraz müzik, biraz müzik" diye, bağırıyordu... Yetmedi, arkadaşlarını da nişan atmaya davet etti.
Birazdan mermiler huma selamı verir gibi uçuşmaya başlamıştı bile. Hemen hepsi ateş ediyordu. Hud dahi oldukça keyiflenmişti. Ama hepsi bir yandan yan gözle Komutan'larına bakıyordu. Elbette böyle deli gibi ateş etmelerinin tek sebebi Babürşah'ı yanlızlaştırmamakdı.
Babürşah bir el hareketiyle onları susturunca, tekrar Umran'a bakmaya başladılar. Umran onlara 'boşverin' türünden bir el hareketi yapınca, bu sefer herkes başka çareler düşünmeye başladı.
Ömer sınıra doğru bakıyordu. Şamil, Murat'la bahis atışları üzerine tartışmaya başladı. Hud, Tahir ve Hasan av tasarlamaya başladılar.
Bu şamatalar Babürşah'ı biraz olsun kendine getirdi ama hala bakışları baygındı. Tehlike geçmemişti. Üstelik rengide kaçmıştı. Tamda kendi içine baktığı anlardı bu anlar.
Umran, tam da bu an yeniden harekete geçti; sitemle haritayı önünden alıp, kolundan çekerek ayağa kaldırdı onu. Bir yandan da, O'na kuzey zirvelerinde kuş bakışı beş yüz metre mesafede parlayan bir teneke parçasını işaret etti;
- Var mısın Komutan? Hadi, epeydir kuzeye nişan almadık!..
Plan tutarsa, Babürşah'ı ayartabileceği tek çözüm buydu belkide.
Babürşah önce hayli isteksizlik ettiysede, Umran'ı da kıramadı. Hasan'a tüfeğini getirmesini söyledi.
Herkes merakla uçurumun başında toplandı. Heyecanlı konuşmaların yanısıra, aralarında maddi sonucu olmayan bahisler oynamaya bile başladılar. Liderin hedefli atış yapması, kaçırılacak türden olaylardan değildi. O hep atış yaptırır, eleştirir, kızar hatta atış alanından kovduğu dahi olurdu. Hele mekanik nişancılık eğitiminde hedefte düzgün ve küçük alanlı üçgenleri oluşturamadıkları zamanlar, ne fırçalar yemişlerdi neler!..
Hasan, Komutan'ın namlusu kesik tüfeği ve birkaç el dürbünüyle döndü. Dürbünlerin birini kendine ayırıp, diğerlerini Ömer'e ve Hud'a verdi.
Ters istikametlerle, birbirine bantlanmış ikiz şarjörleri hızla doldurup, tüfeğe giydirip Babürşah'a uzattı. Ama bu arada yaptığı bir yağcılık herkesi güldürdü. Tüfeği verirken öpüp vermişti, çünkü.
Babürşah kahve kaynatır gibi fokur fokur ve davudi sesiyle neşesiz ve birazda zoraki birkaç kahkaha attı.  " ? Nerde, şu kuzeyli teneke Umran? " Diye, sordu sonra. Umran doğu güneşiyle ışıl ışıl yanan tenekeyi yeniden işaret etti.
 Dürbünler pür dikkat hedefe kilitlenmiş halde ayarları yapılıyor, herkes karşı zirvedeki tenekeye bakıyordu.
Hasan atış sorumlusu olarak son talimatları vermeye başlamıştı nitekim;
- "Hazır!" Komutumla nişan durumu alınacak. Nişan süresi üç saniyeyi geçmeyecek, "Ateş!" komutumla tetik düşürülecektir. Talimatlarım komutan adınadır. Önce bilmem nereli olan Umran, sonra Salur'lu Komutan Babürşah ateş edecektir.
İşi gerçekten çok ciddi bir disiplinle yöneten Hasan'ın son cümleleri tekrar gülüşmelere yol açtı. İyi de oluyordu. Ama Hasan hiç birşey olmamış gibi hayli ciddi takılıyordu. Tıpkı  Babürşah'ın yönettiği atış talimlerindeki gibi ciddi ve katı disiplinine devam etti. Derken;
- Hazır!..  Diye bağırdı. Nişan alma süresi için sayı saydı. Bir yandan pür dikkat karşı zirveye bakıyordu. Ardından " Ateş!.." talimatı verdi. Bir, iki, üç atış tamam. Gördüklerini teyit ettirmek için sırayla ad verip, sonuç istedi;
-  Ömer?
- Tamam…
- Huvayda?
- Tamam…
- Bence de üç atış, üç kıpırtı… Hiç ara vermeden;  "  Komutan  Hazır!..  Ateş!.." diye, daha bir şevkle haykırıp, ateş emri verdi. Bir süre bekledi. Aynı arkadaşlarına yine tek tek sorup, teyitler aldı.
Aldığı teyitlerin sevinci olacakki, elinde silahı olan herkes yeniden havaya ateş etmeye başlamıştı.

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi