MENÜ
Erzurum 10°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (28)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
22 Nisan 2009 Çarşamba

Çeçenya ah Çeçenya... (28)

Halen ona bakıyordu ama bunu pek becerebildiği söylenemezdi. Merhametli bir avcı gibi yayını germiş ancak oku yoktu.
Gülümsedi, önüne bakarak. Tuhaf bir sempati kabardı içinde. Adam korkunun karanlığa sığınması türünden paniklemişti. Gözlerine sığınmak istiyor, sığamıyordu.
 Şimdi şimdi kendine baktığını daha iyi anladı. Kesinlikle onu kesiyordu.
Çeşme başında uçları birbirine bağlamamış olsa, bu adamı şuracıkta bakıp bakacağına pişman etmekte vardı ya, neyse!..
Belli ki baktığı kızın kim olduğunu bilmiyordu. Ama öyle masumdu ki, sevgili dizinde başını unutmuş çobana benziyordu. O'na bir şeyler söylememek yada selamlaşmamak, onu abartmak anlamına gelebilirdi. Kaldı ki biri onu uykusundan uyandırmalı, çeki düzen vermeliydi.
Zühre Cami'ye doğru yaklaşırken, Umran kendine çeki düzen vermek adına bir iki adım geriye çekildi. Sohbet tomruğuna çarpınca hafifçe dengesini kaybetti. Arkasına baktı, ne zaman oturduğu yerden kalktığını hatırlayamadı. Hafif sinirlendi, kızardı. "Düşebilirdim de!" diye, geçirdi içinden. Dişlerini sıka sıka zaten bir hal olmuştu!..
Kız aylar evvel ki hatırayı canlandırmak adına mıdır, yoksa ' nasılsın!' demek adına mıdır,  Umran'ın karşısında bir yerde durdu; eski bir gecenin hatırası gibi,
- Allahuekber! Dedi, sessizce.
Gülümsüyordu. Delikanlıya aylar önceki vedalaşmadan farklı olarak, şimdi sanki çocuğa bakar gibi üstten ve alayla bakıyordu.
Umran kaskatı kesilmişti. Gülümsemeye çalışıyordu ama nafile. Şaşırmış ve kat kat heyecanlanmıştı. Bu anlarda sığınılan hangi hareketler varsa hepsini unutmuştu. Ayların hasreti bitmişti ama bu kavuşma şimdi onu boğmak üzereydi. Yüreği karnına düşmüştü adeta.
 Kız alaylı tavrını sürdürüyordu;
-  Bu sefer yardıma ihtiyaç yok sanırım!.. Sessizde değilsin hani!..  Durduğun yerde o kadar patırtı çıkarıyorsun ki!..  Seni buralarda bir merak eden olur. Bakarsın güğümünü düşüren kıran falan!.. Her zaman geceye benzemez dünya. Vakitlerin farklı yüzleri vardır. Gece kaybolduğun karanlık, gündüz senin içine saklanır, derler… Anılara fazla takılmamak lazım. Buralarda ayarsız bakan göz, zahire kargasına benzetilir. Bilmiş ol, diye söylerim yani. Her neyse, biliyor musun katırı o kadar yormuştunuz ki, günlerce ot yemedi. Ben, sizi hatırlamamak isterdim ama bu raslantı yine o geceye götürdü ne yazıkki!..  Neyse daha iyisinizdir inşallah?..
Umran, kızı rahatsız ettiğini düşünmeye başlamıştı. Tedirgin oldu. Kız soru soruyor ama cevabı verecek hal bırakmıyordu. Cümlelerinden tehditler vardı. Kimilerinde sitem. Cevap beklemiyordu, verilecek cevabı da çok önemsemeden, rahat ve öylesine takılmış görünüyordu.
Bu sefer;

- Siz Umran abisiniz değil mi?..  Diye sorunca, son anda biraz acımış olmalıydı Umran'a.
Umran;
- Evet, ben Umran'ım!.. Derken, yük indirmiş hamallara benziyordu. Devamla;
- Her zaman geceye geç, sabaha erken kalan Umran!.. Sizi o kadar hatırladım ki, teşekkür etmek için bu kadar gecikmeye çalıştım. Daha gecikemedim anlaşılan. Öyle güzel bir sabah ki, yara saran hemşire avuçları kadar sıcak. Yaramı saracak avuçlar belki çeşmededir diye, bakındım durdum. Ama bilesin ki sırf yaralı olduğum için!..
 Zühre dudaklarını bükerek, boyundan büyük laf etmiş çocuğu ödüllendirir gibi;
- Vay!?.. Dedi, sadece.
Umran gülümseyerek ellerini cebine soktu, sempatik bir sitemle;
- İstersen camiye sor?..
- Hımm!.. Bu daha ilginç... Siz konuşabiliyormuşsunuz da...
Daha konuşacaktı ama ikisininde dikkatini, sokak başından yana gelen Hasan çekti. Hasan bir yandan el sallıyor, neredeyse koşar adım onlara doğru geliyordu.
 Nefes nefese geldi yanlarına. "  Oo!.. Zühre abla, Umran abi!.. "  der demez, Umran'a sarılması bir oldu. İkisinde de çok uzun ayrılmışların kavuşma sevinci vardı.
- Umran abi gece beni niye uyandırmadın?.. Geciktiniz yahu, hayli meraklandık. Hani Anam bıraksa oralara kadar gelecektim. Dur, dur Zühre abla güğümü ben alayım... Abi, Komutan anamlarda. Kahvaltıya bekliyorlar seni. Ee, Zühre abla sen nasılsın? Abi gel, Ablam'ı bırakıp beraber gidelim, hem konuşuruz.
Beraber yürümeye başlamışlardı. Hasan ortada yürüyordu. Umran'ın içinde, kızın ismi cirit atıyordu şimdi. Ne kadar yaya ve şaşkın duygu varsa, hepsi parolayı öğrenmişti;  " Zühre!.."  Evet!..  " Zühre!.."
Evin önüne geldiklerinde, ondan ayrılmak çok ağırına gitti. Soluk teninin ufkunda, vedaya benzeyen gri gözlere el sallamak adeta yetim bırakıyordu.
Hasan ayrılırken; "-Abla sen gelmiyor musun?" anlamında,
- Abla sen ne yapıyorsun? Diye sormuştu da, Zühre;
- Evi toparlayacağım, mutfak ve yataklar öylece duruyor. Birazdan…
Diye, cevap vermişti. Umran bu konuşulanları duymadı bile. Kapıdan dönerlerken Hasan'a bir sürü sorular sorası geldi ama nedense soramadı. Böylece; Hasan'ın çok iyi tanıdığı Zühre'yi Umran'ında aynı ölçüde tanıdığı varsayıldı ki, yine Zühre, Umran için muamma olmaya devam etti.
O gün her fırsatı değerlendi. Öyle ki, O'nu birkaç kez daha gördü. Bazen uzaktan, bazen yanından geçerek, utangaç selamlarla gizli gizli baktı.
Kızın, havai renkte beresi, miflonlu petrol yeşili kapüşonlu parkası, neredeyse yerlere değecek kadar uzun büzgülü ve parkadan bir ton daha açık gri çizgileri olan eteği ve siyah çizmelerini çok uzakta da olsa ayırt edebiliyordu artık. Gördüğü an, bir bahaneyle o tarafa gidiyor, öyleki uzağıda yakınıda yetiyordu. Hele, yüzünü zaman zaman içine soktuğu gevşek sarılı boyun atkısı bir sebeple yere değdikçe, koşup sırtına atası geliyordu.
Yüzüne kaçamak bakışlar atarken hem utanıyor, hem de saatlerce bakmak geliyordu içinden. Konuşurken hayli ciddi, bazen alaycı bir yüz ifadesine karşın, gülümserken hafif acı çekiyor hissi uyandırıyordu. Sağ kaşını muhatabının silgisi gibi zaman zaman saçlarına değecek kadar geriyordu.  Birde dudaklarını büzerken!.. Birazdan gülümseyecek diye insanı boş bir beklentiye sokması yok muydu!.. O, gülümsemelerini devam edecek cümle yerine kullanıyordu. Yani gülümsemelerinin neşe yada sevinme ifadesi olmadığı kesindi.
Çoğu zaman söyleyeceğini söyleyip, çekip gidiyordu. Arkasına bakmıyordu bile. Dik, mağrur ve umursamazdı.
Beklendiği gibi öğlen sularında, kampların olduğu sıra dağlardan yana çok koyu bir sis yürüdü düzlüğe. Görüş yer yer bir sokak genişliğinden daha kısaydı.
Salur halkı bu tür sislere alışık olduklarından günlük yaşantıları olduğu gibi devam ediyordu. Sadece çocukların köyden çıkmaları, mesela harmanlar bölgesi gibi, basmalıklar gibi tenha olabilecek mahallere kadar açılmaları sakıncalı görülürdü.
Babaannelerin sis üzerine hikayeleri; sisten çıkan dev, sisin kurtların nefesleri olduğuna dair hikayeler de, bu disiplinlerde etkili oluyordu.
Köyün köpekleri dahi, bu babaanne hikayelerinden etkilenmiş gibi, sis çökünce alışılmışlıklarının dışında davranışlar gösterirlerdi.
Köyün daha iç mahallerinde yaşayan köpekler, sisle birlikte köyün etrafına dağılır, ne taraftan en baskın 'havlama' gelirse, o tarafa doğru koşup, eğer bu boş bir alarm ise, tekrar kendi alanlarına dönerek, tam bir organizasyon disiplini içinde hareket ederlerdi.
 Hayli ilginçti köpeklerin hayatı. Köyün en dışında olan evlerin en fazla beş metrelik uzağında ve birbirlerini asla kaybetmeden sürüp gidiyordu bu koşturmacalar. Bazen birinin diğerlerine göre üç beş metre açılıp ta garip hırıltılar çıkarması hayra alamet görülmez, hemen sesiyle, kuyruğuyla diğerlerini çağırır, arkasından değişik ulumalarla kendilerini alkışlar gibi birbirilerine sokulup meşk ederlerdi. Bir yanda kurt ulumalarını bastırma görevi verilen kancık itlerin uzun ve ağlamaklı ulumaları, erkeklerinin ise kuyrukları sırtlarında kaba ve babacan tavırlarıyla, onların önünde arkasında gidip gelmeleri, hasım köpeklerin dahi sis zamanı yan yana olabildikleri, ayrı bir dünyayı anlatırdı.
Hele hele bazen, özellikle daha genç köpeklerin sise fazla girip te geri dönemedikleri  olmuyor muydu!..  Bu durumda belki saatler boyu ağlaşırlardı. Köylüler, sisin uzun saatler sürdüğü demler, köy çeperlerinde yorulan hayvanlara ekmek atar, yal dökerlerdi. Ancak karanlık çöktümü köpekler mutlaka avlulara alınır ve bağlanırdı.
Bu günde öyle bir gündü. Elini annesinden henüz kurtarmış çocuklar bile daha büyüklerine karışmış,  köpekleri sise doğru  'kıskıs'lıyor, görünmeyen tarafa doğru taş atıp, onları kışkırtmaya çalışıyorlardı.
Sis daha yoğunlaşınca, insanlarda daha bir ciddi tedbirler almaya başladılar. Nitekim sisin oyun saati çoktan geçilmiş olmalı ki; büyükler  çocukları toplamaya başlamışlardı bile...
 Büyüklerin yapmaları gereken başka bir işte, kurtları köyden uzak tutmak adına yaptıkları fasılalı tüfek atışlarıydı.
Özellikle gece ve sabah ezanları sularında, köyün belli yerlerinden bir kaç el havaya ateş edilerek, varsa kurtlar uzaklaştırılmış olurdu.
Dam hayvanlarından dolayı tereddüt yoktu. Onlar sabah sulanmalarından sonraki en geç bir saat içinde ahırlarına alınırdı. Dışarıda tutuldukları süreler içinde, yemlikleri temizlenir, damlar süpürülür, ıslak alanlar tamamen kurutulmuş yaz fışkılarıyla örtülürdü. Ama işler bu kadarla da kalmazdı.
 Ahırda, daha çukur ve sal taşlarla teşkil edilmiş rusubat havuzcuğunda toplanan mayıslar, sürekli orta direkte asılı duran söğüt dallarından yapma sepete doldurulur, basmalar bölgesine kadar taşınarak, herkesçe kendi basmalığına dökülüp, yığın yapılırdı. Bu yığınlar, baharda yere yayılarak basılır, kışlık tezek kalakları oluşturulurdu.
Sepet taşıma işi çok ağır işlerden sayıldığından, bu iş erkek işi sayılır, er kişisi olmayan evlerin sepetleri genelde imece usulü taşınırdı. İmece usulü yapılan diğer bir iş, sokak, meydan ve çeşme başında ortalık yerde bırakılmayan hayvan dışkılarıydı ki, bunların toplanması, basmalıklarda ayrı ve ortak bir alana yığılması gibi işlerdi.
Bu yığınlar, bir sonraki yıla ait camii ve okul yakacağının tedariki anlamına gelirdi ki baştan sona hayır işlerinden sayılırdı.

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi