MENÜ
Erzurum 22°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (30)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
24 Nisan 2009 Cuma

Çeçenya ah Çeçenya... (30)

Nitekim Babürşah, yarı sorguya çeker yarı şaşkın bakışlarıyla kendine bakan Ömer'in önünde çömelmişti bile. İri ve kıllı elleri arasındaki silah, öfke ile bayılmış kirli paslı bir ayıyı andırıyordu. Sol dizini,  üç ayak  gibi  alev örtenin altına koymuş öylece oflayıp pufluyordu.
Babür O'na yarı şaka yarı sıcak bir tereddüt içinde, sordu:
- Bu esmer nereli Ömer?.. Çok aradın mı?..
Ömer;
- Böylesi her yerde bulunur, dedi homurdayarak. Devamla;
 - Togo tarafından getirdik Komutan.
- Ver bakayım...  Dedi, Babür.
Her seferinde mekanizma takımı kilitleniyordu. Kabza çevrilirken, başıboş bırakıldı mı kilitlenip, tutuluyordu. Babür şöyle bir silahı evirip çevirdikten sonra  silahı tekrar açtı, özenle kundak kontrolünü yaptı, birkaç damla yağ damlattı, daha yağlı bir havya kullanarak sildi, tüfeği namlu istikametinde yere doğru bir iki defa çarptı. Tekrar söktü. Bu sefer bir taş parçasıyla hafif hafif vurdu. Bu sefer, inceden inceye pas kırıntıları düşmeye başladı. Tekrar kabza, kundak derken,  silah çalıştı.
Ömer gülmeye başlamıştı. Bir yandan da;
- Şuna bakın hele, Komutan sen sabah beri neredeydin be?..
-Silahıma sakın göz koyan olmasın. Bunu katırın sırtına monte edeceğim. Özel bir yuva yapacağım kaltağın üzerinde.  Birde şerit buldum mu tamamdır.
Bir taraftan da çocuklar gibi kahkaha atıyordu.
- Ağır ol bakalım, iri bebek… O silaha talip olmana imkan yok. Hiç yakışmadınız bir kere. Hangi katır, hem seni hem silahını taşıyabilir ki?.. Yerde bile kullanamazsın bu silahı sen!.. Sen yere uzandın mı üç ayak senden yüksek durmalı, oysa kafanın çapı üç ayaktan fazla...
Diye ilk takılan Hasan oldu.. Yanlarına Murat, Yusuf, Hazer ve Şamil'de gelmişti.
Murat;
- Evet, evet dedi. O silahı içimizde taşımayacak tek adam sensin. Ne yani katırın üzerinden mi ateş edeceksin. Katırsavarcı sende!..
Şamil;
-Geçende beş on kilo vermekten söz ediyordu ya; meğer izlerine su dolmasından çekindiği içinmiş. Dedi.
Hepsi patlarcasına gülüyordu ama Ömer'in aldırdığı yoktu.
Ömer;
-  Daha neler!.. Diye omuzundan itekledi Hasan'ı. Bu sırada Murat, Ömer'in dizleri üzerindeki makineliyi kaçırmıştı bile.
Yusuf;
 - Hadi! Dedi, Hazar'a.
İki genç Ömer'i sırt üstü yayabilmek adına, üzerine çullandılar. Babür, üç dört adım geri çekildi. Hala gülüyordu. Hele bu son manzara, bir dağ boz ayısıyla kurtların dalaşmasına benziyordu.
Ömer garip homurtularla Yusuf ve Murat'ı kavrayıp indirme indirecekti ama bir türlü eline gelmiyorlardı. Onlar, onun ne güçlü biri olduğunu bildiklerinden, bir taraflarını  kavrattıkları an kaçıyorlardı. Şu haliyle iki genci, birbirine karıştırsan bile Ömer daha cüsseli görünüyordu.
Hazer bir arada tutulması imkansız ayak bileklerinden yalnız birini kavramış çekiyor, Murat ağaç kökü gibi yere perçinlenmiş kolu esnetmeye çalışıyordu. Şimdi bütün iş onun ayağa kalkmasına engel olmaktı. Ama Murat da, Hazer de, diğerleri de sonunda ayağı kalkacağından emindiler onun. Birbirlerine kavrama yerleri adına bağrışıyor, yardım istiyorlardı.
Babürşah;  "? Gayret, hadi Ömer!.." Diye, bir yandan  onu coşturmaya çalışırken, bir yandan da Şamil'i de kargaşaya doğru itekledi.  Ömer dışında, hepsi gülerek güreştikleri için işi fazla ciddiye alamıyorlardı. Bir ara; " faul yapıyorlar, hakemler!" diye, bağırdı Ömer. Hasan, MG3'ün kayışını Ömer'in yere dayalı sol kolunu geçirmiş, kolunu kaydırmaya çalışıyordu.
Birkaç dakikalık bir geçiş paniği ardından Ömer yavaş yavaş da olsa doğrulmayı başarmıştı. O'nu bastırmadan ümitlerini kesen üç genç, hızla manevra dairesinden çıkarak kaçıştılar. Her ne kadar arkalarından koşturduysa da, onlara göre gene de yavaştı Ömer. Zaten soluk soluğa kalmıştı. Neyse ki geçen ki gibi bastıramamışlardı.
Babürşah " Bravo, silah Ömer'indir..."  Diye, silahın sahibini ilan etti. Umran hala oturuyordu.
Ömer silahı kapıp, havyayı ve yağ kutusunu alıp yeniden çöktü. Arkadaşları da tekrar 'süt dökmüş kedi!' suçlarıyla yanına gelip oturdular.
Onlar için Ömer bir deli baştı. Devler gibi yaşardı. İhtiyaçları çok kaba ve ana hatlardan ibaretti. Yaşam kalitesi adına hayli mütevaziydi. Çok ekmek yerdi ama O asla gücüyle denenemezdi. Bir defasında inatlı bir katırı arka ayaklarından kaldırıp, ön ayakları üzerinde yürüttüğü görülmüştü. Diğerlerinden farklı olarak, iki kişi bir araya gelerek dertleşmesini de bilmezdi, öyle. Böyle anlar olsa bile, O hep dinleyici olurdu. Zerre kadar duygulandığını gören olmazdı. Şakalaşmayı, gücü dayalı kırışmaları çok sever diye, kimse O'na takılmadan edemezdi. Biri yanından geçerken " Allah korusun" der, en azından sırtına bir yumruk atardı. Ömer, tam bir yayla çocuğuydu. O yüzden Hasan O'na; " sakın çatışmalarda yaralanma, ya öl yada vurulma, yoksa seni taşıyamayız!" diye takılır dururdu. İşlerini kusursuz denecek kadar az hata yaparak bitirir, aldığı emri yapar, öğünmeyi bilmezdi. Cüssesine göre hayli atletik ve atılgandı. Köprü kurabilir, göğsünde ikinci kişi zıplayana kadar direnirdi.
Murat, sabah saat altı sularında topladığı çalı çırpıyı ateşliyordu. Önce bembeyaz dumanın içinde bir iki öksürdü sonra alevlendirmeyi başarınca heyecanla arkadaşlarını çağırdı. Hava nispeten güzel sayılabilecek kadar sıcaktı. Çay mağara önündeki düzlükte kaynatılıyordu. Sırasıyla, don ekmekler sac üzerinde ısıtılıp yumuşatılacak, sonra sıcak ekmekler üzerinde tereyağı kalıbı gezdirilecekti. Bu gün isteyene ot çayı, isteyene fenni çay ikram edecekti. Bu arada,  çinko kupaların da kahvaltı için yıkanması gerekiyordu.
Hasan lülesine kadar kararmış, iri, şişman ve çinkoları yer yer atmış su demliğinin etrafını iyice çamur sıvadıktan sonra, çıtır çıtır yanmakta olan ocak taşları üzerine koydu. Gayrı ihtiyari " Hud gelinceye kadar ancak kaynar! " Diye, acele etmemesi gerektiğini telkin etti... Devamla "Sahi!" dedi;  " Hud bugün gecikmedi mi ha, ne dersiniz?.."
Babürşah, çenelerine kadar kürküne gömdüğü kabanını çıkarıp omuzlarına attı. Dudaklarındaki gülümseme hala erimemişti. Böyle gülümser olduğu zaman bal, kaymak olurdu Babür. Ama bu hali geçince bıyıkları alt dudağını kapatır, düşünceleşir, hele sinirlendiyse; " arap iter, mezhep karışırdı!" Yumruklarını sıkarsa ne Ömer, ne diğerleri hepsini silkeler atardı. Biri O'na birgün demişti ki; "…Biliyor musun, bu seninki  büyüklerin hastalığıdır!.."
 Cebinden çıkardığı epeyi dişi kırılmış iri  dişli tarağıyla, saçlarını taramaya başlamıştı. Tarak uzun saçları arasında kaybolunca vazgeçip tekrar cebine koydu. Arkadaşlarına baktı.  
Ateşin önünde, ısıtmaya çalıştıkları elleriyle alevi okşuyor gibiydiler. Her birinin ayrı bir aykırılığı, yakın direnişlerin izlerini hatıra diye saklamış izli ama gailesiz bir siması ve her birinde ayrı bir 'zülfikar' havası vardı. Ne yazık ki onlar ısındıkça alev soğuğayacaktı. Özgürlükle can gibiydiler...
 Bütün bunlar hiç birşeydi de, asıl hünerleri; her birinin diğerine ait tek bir yüreği olmasıydı...
Yusuf;
- Şanstan, dedi.
- Yakında hiç akarsu yok.
- Yine aynana kıl mı düştü, diye takıldı ona, Ömer.
Yusuf;
- Bereni ateşe atarım ha!.. Sonra kuş palazı olursun. Ondan sonra senin aynana hiç kıl düşmez… Bre, kaç haftadır saçımıza sabun deymedi. Bu gün vadiye inen varsa, bende varım. Yahu bir tas sıcak su görsün bağrımız!..
Babürşah, ana kampı kastederek Hud'u sordu.
- Hud gecikmedi mi? Hasan içerden dürbünü getirsene. Nerde kaldı bu çocuk!.. Deyince konu yeniden değişti.
Murat;
- Gelir birazdan Komutan. Hissetmezse acele etmez o.
Hazer;
-  Bir saate kalır gelmezse, iner bakarız..
Babür hafifçe öksürerek konuyu değiştirdi.
- Madem ki, bu kışta kızamıktan ölmedik ya, bir dahakine de Allah kerim. Hastanın sabahı beklediği kadar, yazı seven biri daha var mıdır? Yoksa sen üşümeden yaz gelsin diyenlerden misin Hasan?..
 Güldü, Hasanın papağını sıktı. Hasan, alttan alta O'na bakarken bir de sırtına küt diye tokat indi. O ana kadar çömelmiş halde duran delikanlı dizlerinin üzerine " hıh!" diye çöktü,  garip bir ses çıkardı. Yere bakarak;
- Bu yumruğu Tahir'in vurmasını tercih ederdim Komutan!.. Dedi.
Tahir kıs kıs gülmeye başladı.
 Bu arada Hazar, uzaktan Hud'a ait noktayı işaret etti. Hepsi biraz sonra tekrar kaybolacak olan karartıya bakmaya başladılar. Hud'da uzaktan, zati selamını bir demet çiçek gibi onlara attı. Hep beraber el salladılar.
Hud henüz delikanlı sayılırdı. Hayli esmer, kalın dudaklı, inceden ve on sekiz yaşa göre hayli ukala, kalın sesli ve uzun kızıl saçları arasından parlayan canlı gözleriyle tipik bir şehir çocuğuydu. Canlı canlı parmağını ateşe tutup gülümsemeye çalıştığı, uzun ve bandajlı saçlarını çok zorunlu olmadıkça örtmediği, bir balık kadar iyi yüzebildiği, hatta coşkun dönemlerinden birinde, Tarek'i yüzerek geçtiği söylenirdi.
Babasının hükümete karşı yan bastılığına itirazını evden kaçarak göstermiş bu delikanlının babası, halen başkentin önemli tüccarlarından biriydi.
Okulda ilk örgütünü kurup da, özellikle şiirleri dikkat çekmeye başlayınca; önceleri zengin babanın ceplerine sıkıştırdığı dolarları hatırına göz yumulmuş ama işler daha zıvanadan çıkınca okuldan atılmış, bilahare babanın oğlunu ihbar etmesine kadar varacak ihanetler yaşamıştı. Nihayet son çareyi  ailesinden ve şehirden kopmada bularak dağ gerillasına karışmıştı Huveyda... Ama gel gör ki, bu seferde savaşçılarca doğup büyüdüğü topraklar da, 'muhabere' hizmetleri için görevlendirilmişti. Bu yüzden hala şehirden kopamamıştı. Bu görev, bir bakıma da iyi olmuştu. Annesi onun tek vazgeçilmeziydi çünkü. Bu sayede, şehirde babasından gizli eve gider, hatta bazı geceleri yine evde geçirirdi. Evden kopalı üç dört yılı bulmuştu. O gün bugündür, Başkent'in insan kaynakları, haberleşme ve istihbarat konularında azılı bir savaşçı olup çıkmıştı. Zeki bir delikanlı olduğu için, illa taşınması gerekmedikçe bilgileri aklında tutar, hatta şehirde çoğu telefon numarasını ve adresi ezbere bilirdi. Bir de şairliği vardı tabi. Hala fırsat buldukça şiir yazardı. O yüzden, herkesle arkadaştı denebilirdi. Özellikle dedesinden aktardığı sözleri, birer hikmet ifadesi olarak ortaya sunar,  düşünür ve düşünmeye zorlardı.
İşte Hud buydu.
O gelince, grup tekrar bir araya toplandı. Kahvaltı için çay ve yağlı ekmek ikram edildi. Delikanlı  yorgun ve ıslaktı. 
Ömer,  Hud'un işaretini beklemeksizin heybesini boynundan çıkardı. Hayli terlemiş olan Hud, bütün arkadaşlarına tek tek sarılamadı. Babür, beline kuşak gibi doladığı ısvahan sarığını boşaltarak ona verdi. Köz halindeki ocağın başında yüzünü, gözünü kuruladı.
Seyyar iskemle olarak kullanılan çam kütüklerinden birine oturdu Hud. Artık herkes onun vereceği haberleri  bekliyordu. Timin son harekatı için önemli bilgiler taşıyor olmalıydı. Bilgi önceliği hangi timinse önce karargaha giderdi Hud. Ama hep Babürşah'ın timinde misafir olurdu. Hemen bütün dostları bu timdeydi çünkü.
Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi