MENÜ
Erzurum 21°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (34)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
30 Nisan 2009 Perşembe

Çeçenya ah Çeçenya... (34)

Acımasız eleştiriler yapıyordu yüreğine...
Zehirli kıymıklar gibi ciğerine batan kirpiklere ceketini asma, diyordu... Umran!.. Ne, ne diyorsun?.. Gel vazgeç bu sevdadan!.. Bırak geceyi başkası beklesin. Devin salyalarına nefs demişken, üstünde kağıt kayıklar yüzdürmeye çalışma. Kaygıyı yetimden ayıklayamazsın madem, madem rengiyle seversin yar gözlerini, renklerle sevda bir arada olmaz, gel vazgeç!.. Deli gönül!.. Serçe boyarsan kanaryalar küsmez mi? Sen iyisi mi yine beşiğinin cızırtısıyla uyu. Sana kim 'gelemedi' derse, Umran daha, gurbet haritasını çizemedi diye haber gönder. Umran'ın konacak dalını dikmedi kader, de!.. Bunları hep söyle!.. Sus, sus ey deli gönül!.. Kırbaçladığın sensin! Sen bu esir ülkede bir köy bile kurtaramadan, zapt edemeden şaha kalkan atını, gönlünün sınırlarını çizemeden; bu ağız suyu bu zırhı paslandırmaz mı?.. Tevazudan daha kindar hangi fikri bulmuşsun ki, böyle kendine acımaktasın!.. Seni yaşatmak sana mı kalmış ki, ilaçlarını sırt çantası gibi taşımaktasın!.. Krallar değil kurallar üstündür Umran!.. Okunu isabet ettirmek için en garantili yol kendi yüreğindir... Diz çök!.. Derin soluklarla üfür şu kalbine. Düşüne düşüne uzaklaş kendinden. Bak o taşa yutkunan kurt sensin, gölgesini boyayan deli de, ya şapkasını ısıran şu kumarbaz, belkide aynada ağzını burnunu oynatan şu çocuk, o da olmazsa; 'hadi sen de  artık!'... Sus!.. Daha değil!.. Ne diyorduk?.. Ha, talepleriyle katırın arkasında yürüyen kargalardan biri, oda değilsen 'Tahir'in tuvalini boyayan sahtekar ressam!..
Hayır, hayır asıl iş kendi ihtiyarı olabilmekte. Ölçülerin en güzel dediğine sabırla, 'önce ben demeden', 'güzelde çirkinde bendedir ama ben ikisi de değilim' diyerek, tebessümlerinin kurdelelerini kesmelisin. Paniğe de sukuta da kapını kapa. Hiç biriyle yalnız kalmamaya bak. Kimseye soramadığın soruyu kendine sorma. 'Ya bu ayna kırıklarını ne yapayım' dersen, onları en sevdiğin beyaz gömleğine sar. Eskiyle yeni arasında yaşa ki, iki kanadın olabilsin. Öyleyse Zühre'ye kara kaplı kitabını geri ver. Benim için çok karışık, de!.. Anlamadıklarım anladıklarımdan çok, de!.. Hem ben dert için değil, sek sek oynamak için baktım gözlerine. Beni anla, lütfen. Ben gölgede avlanamam. Aslan güneşte yakalar, gölgede yer. Ben de öyleyim işte. Namlum nereye bakarsa benim yuvam orasıdır. Yatağım menzillerime sarılıdır. Evet, bu ormanın yaprakları çalınmış. Dudakları çalınan kadın gibi. Belli ki ben 'sonbaharım' diyen biri sinirlenmiş!.. Ne yapmışsa yaranamamıştı gönlüne…
"…
Kahve ısıtır gibi
püfür püfür nefesim,
Avuçlarımda kurt arar,
Sise mi sineyim...
Kaybolayım derken,
Gönül çalı dikenine ilişmiş,
Anne derken,
'Zühre' diye biri gelmiş ...

Ben gri bir sis çocuğu olurum,
Sönen olurum, yanan olurum, kül olan olurum...
Küllerim savrulur da, şuh bir kadehe dolar,
Titrek bir sevda eser de savrulurum,
O bir efkardır saçından yakalanır...
Gurup olurum, yar sinesinde kızarır…
       …"
* * *
İki arkadaş daha bir süre havadan, sudan sohbet ettiler. Dünya halklarından konuştular. Egemen olmak için dinleri kullananlarla, hezeyan olmamak için dinlerinden olan yönetimleri eleştirdiler.
Sonra her biri kendi dünyasına döndü yeniden. Her köşede mutsuzluk vardı. Yönetenlere göre standartlar koyuyordu ülkeler. Arkasındaki kanlı dişleri görmemek için, tarihiyle sermaye arasına sıkışmış öylece bakınanına mı, sağına yada soluna bakarken boynu tutulup öylece kalakalana mı, hovardasına mı, soyanına mı!.. Dünyaya hangi dansözün kalçası çarpıyorsa ona alkış tutan, yüzölçümleri  ölçüsünde sandalyelere kurulmuş locadakiler ve kocadaki ülkeler. Kimin umurunda Tarek'ten  akan kan, dağlara kadar kovalanmış bağımsızlık, insan hakları, işgal, tecrit, mahrumiyet, yoksulluk, mazlumluk kimin kimlerin umurundaydı?..
Yüz binlerce işgalci askerin döküldüğü avuç büyüklüğündeki bu ülkede, kanlarının son damlasına kadar savaşacaklardı. Ama bu savaş, sanki tüm dünya mazlumlarının ve esir halklarının savaşı gibiydi. Çok ülkede mavzerler, 'Çeçen Savaşçılar' gibi tutulmaya başlanmıştı bile. Kan damlıyordu namlularından. İnanç eyleme dönmüştü. Artık kandırılmak yoktu.  Anneyi, babayı, mezarı, dili, dini, toprağı rehin tutarak, terörist yaftaları vurularak 'arananlar' olmuşlardı birkez. Burada küresel emperyalizmin defterine mazlum halkların kanlı notları düşülecekti. Tarihin kirli saçları Tarek'te yıkanacaktı. Dünya emperyalizminin bu coğrafyada alacağı yenilgi, sol gözüne mal olacaktı çağın.
Bu kadar uzun esaret başka hiçbir coğrafyada yaşanmamıştı. Neydi, ne oluyordu, niyeydi dünyanın bu coğrafyaya inadı. Çiçekleri küsmüş, suları küsmüş, dağları küsmüş, gözler ve gönülleri küsmüştü… Başka dünyanın insanları gibiydiler. Yasaklıydılar. Kime karşı suçluydular bilemiyorlardı!..
Yine savaşmaktan başka yolu kalmamıştı "yaşama hakkı" isteyenlerin. Siyah forsaların isyanına benziyordu onlarınki. Tek suçları güçlü ve mutlu yaratılmışlıklarıydı. Tek suçları topraklarının da kendilerine benzemesiydi. Şimdi mazi kadar geleceklerini arıyorlardı. Burada ölende yaşayanda mutsuz kalacaktı. En büyük azabı en özgür yaşayanlar görürdü ya, bu yüzden onlara, ideoloji taşıyan amiral gemisi forsalığı düşmüştü. Çeçenya'da, küresel emperyalizmin, ağzı en kanlı devleri el ele vermişlerdi.
 Bu günlerde çoğu bölgeler toplu karantinalar altındaydı. Biyolojik silahlar deneniyor, sonuçları üzerinde yeni panzehirler geliştiriyorlardı. Çoğu köyler haritalardan da, nüfuslardan da düşülmüştü. Yeni köyler farklı kök ve dinden yerleşimciler için açılıp, eski isim ve soyadları verilerek, şeytanlara makyaj yapılıyordu. Kuzeyden dilsiz ve vatansız sürüyle gariban halklar getiriliyordu. Bütün verimli tarım alanları, sebzelikler ve tarlalar imtiyazlı göçmen ailelerce ekilip, biçiliyor, belli mahallerdeki marketlerde göstermelik sergilenenler dışında tamamen kuzeye, ülke sınırları dışına gönderiliyordu. Ormanlar adeta talan ediliyordu. En acele davrandıkları talan, ormanlar üzerinde yapılıyordu. Vagonlar dolusu tomruk taşınıyordu kuzeye. Eteklerde kelleşmeler başlamıştı bile dağların. Araziler mekanize müfrezeler tarafından korunup, sürekli mayınlı tampon bölgeler oluşturuluyordu. Bazı verimli iç araziler, tamamen dış dünyaya kapatılmıştı. Halktan, hatta yerli işbirlikçi memurlardan bile saklanan bu arazilerde nelerin ekilip, biçildiğini bilen yoktu. Kuşlarda bile gözle görülür azalmalar vardı. Helikopterler, tek motorlu pervaneli uçaklar gider, gelir, açık helikopter kapılarından sağa sola yüksek kalibreli namlular sarkıtılırdı.
 Kısacası birileri insanlarını, ürünlerini, ormanlarını, topraklarını çalıyordu …
 Ayağa kalktı. Sığınağa doğru giderken Babürşah'ın orada olmadığını fark etti. Tekrar köylere doğru baktı. Akşama doğru olan saatlerle, sabaha doğru olanlar ne de çok benziyordu birbirine. Gecenin iki ucu ikiz gibiydi. Işıkları da, gölgeleri de, hisleri de aynı olan ikizler…      
  * * *
   Babürşah, gece yirmi bir sularında döndü. Sığınağa girince hemen herkes doğrulmuştu. Zaten birazdan da oval kütüklerin sıralı oturaklarına tek tek oturmaya başladılar. O gece Huvayda'da sığınakta kalacaktı. Belki birkaç gün daha kalıp, yine şehre dönecekti. Savaşçılardan bir kısmı Hud'un yanında getirdiği geçen haftaya ait üç beş gazeteye bakarken, Umran Karargah yayını olan aylık "Huruç" dergisiyle meşguldü.
Hasan içi geçmekte olan sobayı, geven ve ince birtakım kuru dallarla yeniden tutuşturup, üzerine kalın ve küt kökler attı. Borulardan bir iki beyaz duman fısladıysa da, bir süre sonra ortalık açılmaya başladı. İçeride gaz lambalarından yalnız ikisi yanıyordu.
Şimdi sığınakta kurum serpilmiş kadar ağır ve koyu bir hava vardı. Gaz lambalarının uykulu ışıkları koca gölgeler doğuruyor, gölgeler girintili, çıkıntılı taşlar üzerinde garip çağrışımlar yapıyordu. Bir parmak hareketi, taşlarda bir dağ aslanına dönüşebiliyordu. Kampetlere doğru ışık neredeyse bitiyordu. Biraz önce, sığınak cidarları taraftan gelenler karanlık çocukları gibi hala mahmurdular. Biri esnerse hemen hepsini dolanıyordu.
Derken, lambaların ışık ayarları daha bir açıldı. Fitildeki şeffaf turuncudan parlak gece mavisine geçişlerde, görüntü tereddütleri yaşanıyor, alev geniş sığınaktaki farklı akımlarla üşüyormuşçasına titriyordu. Detay aramak yoktu bakışlarda. Hemen herkesin alınları altında siyah boya çukurları gibiydi gözleri. Neyse ki sobada hararet artınca, ortalık biraz daha ışımaya başladı. Varil bozması sobada çıtırtılara, arada bir de genleşen sacın gümbürtüleri karışınca, sığınağın kadına benzeyen sessizliği zampara ıslıklarla ürperiyor, ağır kasvet yavaş yavaş dağılmaya başlıyordu.
 Hemen çoğu, sobanın geniş hava deliklerinden kendini dışarı atan kan kırmızı aleve ve sıçrayan kıymıklara bakıyordu.  Sessizlikle kırmızı renk, karanlıkla fikir bir araya gelince, karınca uykusunda akrebi ısırır da akrep kaşınmaya başlardı ya, yutkunurken ellerini cebine sokardı ya afiş çocukları, fırın işçisi olmak isterdi ya tekir kedi, o türden bir iç muhabbeti vardı hepsinde.
Babürşah parkasını çıkardıktan sonra sığınak sahanlığında yüzünü yıkayarak geri döndü. Yer yer paslanmış aynanın önünde, pekte seçemediği saç ve bıyıklarını parmaklarıyla tarayıp geçip yerine oturdu. Bir an sobada öyle bir gümbürtü oldu ki, " Hasan!.." diye bağırdı; " mermi mi düşürdün sobaya nedir!.." 
 Hasan;
? Pelit kökleri Komutan, fazla kurular böyle yapıyor işte. Fazla sinirlinin tüfeği patlamaz derler ama!.. Neyse!..  Birazdan su kaynar. Kahvemiz kısıtlı olduğu için bugün biraz fazla kenger tozu karıştırdım.  Neyse bir deneyelim bakalım. Olmazsa çay içeriz.
Artık toplantı zamanıydı. Konuşacaklardı. Artık esnemek de haramdı, mahmur bakmakta.
Babürşah herkese sırayla nasıl olduklarını sorup, tek tek afiyet diledi.
? Ee!.. Bu gün hayli eğlenmiş olmalısınız. Bir gün daha geçti dağ çocuklarının ömründen. Bu gün uzun bir aradan sonra, hemen hepimiz mermi yaktık. En ulaşılmazı, hedefin görünmeze konulduğu ufukları taradık öyle değil mi?.. Sonra av!.. Sahi bir şeyler avlayanınız oldu mu bakalım?.. Bir şey göremedim ortalarda!..
Murat; ? Birkaç tavşan işte usta. Süzülmeye bıraktı Hazar. Ne ormana girdik, ne geyik aradık zaten.
Söze Tahir karıştı.
? Komutan, Hasan ne yaptı biliyor musun?.. Geyikpınarı tarafında kara yamaçta bir mağaraya girdik. Öö!.. Bir koku, bir koku sorma. Ayı içerde, ölü gibi  uyuyor. İri, boz bir ayı. İçerde çürük ot kokusundan, her taraf cilalanmış gibi salya... Hasan yapacağını yaptı işte. Gitti ayının burnunu sıktı. Ayı bir ara gözlerini araladı. Hafif hırıltılar da yapmaya başladı ki, Hasan tekrar göz kapaklarını kapatınca hayvan tekrar kendinden geçti. O hayvanı hiç bu kadar yakından görmemiştim. Amma heybetliydi, görseniz. Kucağında bir de tostoparlak bir balası vardı. Ya!.. Bir sevimliydi ki sormayın! Alıp sığınağa getiresim geldi. Ama onları kim ayırabilir ki!.. Ama bu zalim Hasan bir gün bunu da yapar. Dediğine göre, daha bir çok mağara biliyormuş böyle. Yılan çukurlarına kadar. Adama ne dediysek dinlemedi. Bizde bari yalnız bırakmayalım dedik. Bunu bir kere daha asla yapmamalı. Sonuçta hayvanda olsa, mahremiyet kutsal değil mi? İşte Komutan Hasan bunu da yaptı sonunda...
Komutan, bir iki hırıltı türünden kısık sesler çıkardı. Hasan'a bakmadan;
? Duydun değil mi Hasan efendi?.. Dedi, sonra Tahir'e dönüp,
? Bir daha yaparsa girdiği mağaraya kapatın onu!.. En azından bir gece!.. Hem biliyor musun Hasan efendi, ayılar kokunu tanırsa, mağarada ki kokunun vadideki adama ait olduğunu çabuk anlarlar. Bu da bir daha onlardan kolay kolay yakanı kurtaramayacağın anlamına gelir. Bir gün mutlaka en olmadık yerde sana rastlar ve mutlaka öldürürler. Böyle hikayeleri çok anlatmıştır büyüklerimiz. Hem unutmayın, yuva bozanın yuvası bozulur. 
Sonra gülümsedi.

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar
 sedat öztaşkın
 30 Nisan 2009 Perşembe 14:29
tarihe ışık tutan bu eseri okumaktan çok haz duydum. devamını temenni ederiz. Teşekkürler
Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi