MENÜ
Erzurum 13°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (27)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
21 Nisan 2009 Salı

Çeçenya ah Çeçenya... (27)

Dudakları arasına bilmem kimden, ne zaman duyup ta hayal mayal hatırlayabildiği bir şarkı sokuldu.
"…
Tez gel ağam tez gel eylenmeyesin
Elde güzel çoktur evlenmeyesin… " 
Hayli duygulanmıştı yine. Bir sigaram daha olsaydı diye düşündü. Yüzünü ovuşturdu, parmakları uzun saçları arasında gitti geldi. Kız yoktu. Belki de, o gelmeden suyunu alıp gitmişti. Hay aksi diye düşündü. Keşke daha erken kalkabilseydi.
Meydandan çıkmaya niyetleniyordu ki, kalbi yeniden heyecanla atmaya başladı. Adeta bir dağ engereğinin sindiği postala, ayağını sokmuştu. Beyni av görmüş, alevli salyalar atan kartal paniğiyle pür dikkat kesilmişti. İşte işte, nihayet penceresini açmıştı gri bulutlar.
Güneş sabaha yetişmişti. Gün azizin günüydü. Artık mihraba tahta kesmeye gidebilirdi. Bu bir tohumun soyunmasınada benziyordu. İşte zamanın av olduğu an. İşte suyun ve ateşin el sıkışacağı anlar. İşte kavuğu üzerine yemin eden derviş...  O'na bulut taşıtıyorlardı. Dünya durabilirdi... Hiç bu kadar güzel olmamıştı anlar.
Anlaşıldığı üzere, kızı çeşme başında son anda fark etmişti Umran. Başka bir kız, onu işaret ederek  Camii tarafına bakmasına neden olmasaydı, Umran asla tanıyamayacaktı O'nu.
Uzaktan bakışları karşılaşınca, aniden ayağa kalktı. Derin derin soluk alırken, hala gözlerine  inanamıyordu. Artık hiçbir şey görmüyordu. Sevdadan yana, bozkırda kurdun yorulduğu yokuştaydı. Artık ne bir adım ileri, ne geri. Bulut bir kez abanmıştı dağa. Öyle içinden çıkılmaz bir durumdu ki, kurtlar avcıların nefeslerinini sayıyordu.
Çeşmede birinin(!) güğümü taşınca, kızlarda gülüşmeye başlamıştı. Hele bu güğüm Umran'ınkinin olunca.
Umran sobaya düşmüş kartopu gibiydi. Soğuğa rağmen vücudunun hayli ısındığını fark etti.
Elif ananın kızı Leyla'nın, abisininde de köyde olduğundan haberi olması, ona Umran'ı işaret etmesine neden olmuştu.
- Caminin önündeki adam kim tanıyor musun?.. Diye, sormuştu. Sonrada;
- Kız!.. Çeşmeye geldik geleli orada. Suya düşecek nerdeyse!..  Kimin misafiri acep?.. Diye, anlamlı bir edayla sorunca, Umran'da tanınmış oldu.
Kız bir bakışta tanımıştı O'nu.
Umran aynı pozisyonda kalakaldı. Kum çiğniyormuşçasına ürpertiler geçiriyordu. Pozisyonu iyi değildi şüphesiz. Gelen giden ona bakıyordu. Bir türlü anlam veremese de, bir an burada hiç olmamayı yeğlemiş olsa da, çaresi yoktu. İyiki buradaydı. Onu görmüştü ya, yeter!..
Kız, delikanlıyı, uykusuz gecelerinde gözlerinin sindiği uzaklara benzetti. Sanki o uzaklar karşısında duruyordu yine. İlk bakışında göğsüne batan nefesinin, O'nun nefesi olduğunu anlamakta gecikmedi. O'na acıdı mı, yoksa sevindi mi anlayamadı. Çünkü onun nispetleri çok yorgundu. Kaldı ki, ' hangi sızı, hangi bıçağındır!..' Merakında da hiç olmamıştı.
Zühre kız, ağabeyiyle Ezikhoy'dan gelen savaşçının, 'Gece' olduğunu yeni anlayabildi. Dün gece ağabeyinden Ezikhoy'a ait malumat alırken, Babürşah'ın;  " - … bu tür eylemlerde yanında olacakların sayısı hem çok hem o kadar azdır ki!.. Bu sefer kendime çok benzeyen biriyleydim. Rahmetli Kerim'den bana  can dostu olarak miras kalan, Umran'la beraberdik!.." dediği Umran, demek ki aylar önce savaşçı cenazesini sardıkları,  sonra buruk bakışlarla yola vurduğu, sonra da adını 'Gece' koyduğu bu delikanlıydı, Umran'dı ha!.. Umran!..
 İkisinin aynı adam olduğuna gönülden sevindi. Dahası vardı, katırını kendilerinden habersiz damdan çıkaran, sayım denetim günü tam paniklemişken geri getirip ahıra yerleştiren, sessizce ayrılıp, sonra aylarca görünmeyen hırsız da bu delikanlıydı.
Şimdi karşısında, gözlerini kırpmadan o çevirmiş bakan toy ve şaşkın bir taşralı gibi duruyordu. Hatta öyle komikti ki, Abiine yoldaşlık yapmış biri gibi de durmuyordu, öyle... O sırım savaşçı, şimdi üflesen düşecek kadar ayakları üzerinde değil de, tek parmağı üzerinde duran titrek bir mum alevini andırıyordu.
Gülmek geldi içinden. Bu şaşkın savaşçıyı düşünmedi de değildi, geceler boyu. Taş kaplı yürek yollarında bir tek onun atının ayak seslerini hissetmişti. Çok çok aşağılardan bakan bu yeminli gönül avcısının, yukarda boş bir taş hapishaneden başka bir şey bulamayacağını anlaması çok sürmezdi. Çünkü onun yüreği çoktan sıcaklığını kaybetmiş, soğuk ve tenha bir zirveden başka bir şey değildi.
Ama nedense bu delikanlıyı uzaklarına benzetmişti birkez. O yüzden bir ayrıcalığı vardı, sanki!.. Uzaklarının ayrıcalığı içinde bir kıpırtı olmuştu o. Hasret değildi ama veda gibi birşeylere benziyordu. Ancak el sallanabilirdi bu duyuşlara...
 Şimdiye dek, hiçbir göz onun ufkunu adımlayamamıştı. O, ışığı, oyalı mendillere sarmış çoktan kuyuya atmıştı. Buralar Kenan elleriydi... Yüreğinde kuyular vardı ya; karanlık, derin!.. Ne hevesler söndürmüştü kül tablalarında. Ay ışığıyla dolu ne kadehler kırmıştı dağlara bakıp!..
His tohumu boyarken, kader elinden kara bir boya dökülmüştü alnına. "…Tığı çizmişti anlını, ne kadar hasret varsa!.."
 Hem sevgi neydi?..  Sarhoşa, yağmura, mehtaba, sandala, gurbete, kıyıya, şiire, türküye, şaraba, muma, ay ışığına; kısaca ne kadar tenha düşkünü özürlü kelime varsa onlara çarpıp, çarptıkça "isyan" denen haramzadeye sığınan, yetim periler in ortak ismi değil miydi?..
İnsanlar, yüreklerine göre şekil alıyorlardı. Kelimeler kuyruklara benziyordu. Isırıp ısırıp bağrışıyorlardı.
 Sevgi, hakikatin gölge tarafına sığınan hevesin adıydı. Onun için loş gözler taşırdı insanlar. Yada sempatilerle randevulaşan hislerin bekleme saatleri uykusuzlukla geçerdi. Belkide daha  başka bir şey. Düşüncenin, düşünenlerden haberi yoktu, nasılsa. Kaç insan bilirdi, aslında sevginin bir karşı  dava olduğunu. Mutlaka bir yenilgi sonucunca açılmayan tek dava belki... Yakından uzağa, hakikatten yalana, gönülden gayrısının gölgesine uzanmayan sevgi...
Suya düşen yalan, suya olta atan hakikat... Işık alması ölçüsünde zindan acımazsızlaşmaz mıydı? Sevgi buydu işte. Zindana tahta kurusu döker, çöle kum, sılaya mesafe döşerdi.
 Hayat acımasızdı. Şu adama da bak hele!.. Dalgalara düşen, kasırgaya yaslanırdı ya, oda gözlerine yaslanmaya çalışıyordu. Gözlere yaslanan hayat yaşanan değil, aranan hayattı. O bilmiyordu, beceremiyordu gönlün kaç gözü var, hangisi yüreğin kalbine daha yakındır. Seyyah gülüşüne benziyordu onunki. Yola adanmış olanın gözlerde ne işi olabilirdiki!.. Kim sevinecekti bu bakışlara. Ondan bir ümit hissetmişse, işte o zaman yazık olurdu çıkmazlarda. Bu çıkmazlarda adres yoktu, gönül yoktu. Ona bir gece savaşçının savaşçıya yardım etttiği türden yardım etmişti o kadar!.. Ama su güğüme dolup şeklini aldıysa, güğüm niye seviniyordu ki. Hareketi dava için yapmış, dava için sokağa inmişti gece yarısı!.. Suyu içen, yıkanan, yeşeren sevinecekti. Ölüm, güneş ve kir sevinecekti. Evet! Sevgi, sevgi neydi ki?..  Kedi ile ip yumağının ilişkisi yada güvercin yuvasına düşen yıldırımla şeytanın ateşli vuslat hatırası idiyse, mitolojik  bir tanrıça olmalıydı. Bir tanrıça ki ufukta efkar, sarhoşta nara, müminde softalıktı. Kemik çiğneyen köpekleri çok severdi. Şarkı, ay ışığı, şarap, mum vb.  özürlü yemler atardı insanlara. Onun korktuğu…      
Leyla'nın dürtüklemesiyle nihayet bakışlarından kurtuldu Umran'ın. Hatta Leyla kıkırdamış;       " - kız yoksa sana mı bakıyor!.." diye, imalar yapmaya başlamıştı.
Zühre serinkanlılıkla güğümünü kurundan çekerken, kaşlarını çatarak cevabını bakışlarıyla verdi Leyla'ya.
 Sonra da; " Bu," dedi, "son sorunun cevabıydı, Leyla!.."
İkisi de gülümsediler. Zühre'ninki biraz zoraki bir gülümseme olmuştu ya, Leyla patavatsızlığının özrü gibi Zühre'ye sokuldu. Çünkü Zühre'yi iyi tanırdı. Bu şehirde büyümüş üniversiteli kız; kül kedisi serenatlarından, beyaz atlı ve  prensli  masallardan, sevgi ve sevgili üzerine his simsarlarının gündelik hayata ait afyonlu yorumlarından  hoşlanmayacak kadar hep başka biri olmuştu aralarında. Genelde anneleriyle hatta nineleriyle sohbet eder, köy toplantılarına katılır, yaptığı konuşmalarla kararlar aldırır, hayli kitap okur, haftanın belli günlerinde okulda öğretmenlik yapardı.
- Özür dilerim Zühre... dedi, Leyla. Zühre kızın gönlünü almak adına kolunada ilişmek istedi.
- Kız neden özür diliyorsun ki, sanki?
- Bırak ta birine bakmış olsun(!) şu garip. Onlar savaşçı. Körün namahreme bakmasında sakınca yoktur, öyle değil mi? Hem adam bu tarafa bakarken, bize baktığını nerden çıkardın? Belki çeşmenin boşalmasını bekliyordur, su içecektir yada yıkanacaktır, kim bilir!
Tekrar güldüler. Zühre devamla;
- Dur sana merakını giderecek küçük bir izahta daha bulunayım Leyla!..  O adam bizim misafirimiz. Halime Hala'mın oğullarından. Yaman bir savaşçıdır. Buralardan değil. Ağabeyimin arkadaşlarından biri. Akşam yada sis çökerse öğlenden sonra ayrılırlar, zaten. Bu kadar, başka bir şey de bilmiyorum zaten. Sakın başka bir şey merak etme Leylahan, tamam mı!.. İstersen şöyle yanından geçiverde yakından gör... Belki bir mendil düşürürsün hani!.. Yarın okulda görüşürüz. Hoşça kal...
Leyla kıkırdayarak oradan uzaklaşırken, Zühre'de çeşmeden ayrıldı.
Hayvan sulanan kanallar tarafı kirletilmiş olduğundan, çeşmeden ayrılan önce ters istikamete, harmanlar tarafına yürüdükten sonra sokaklara doğru ancak yönelebiliyordu. Zühre'de öyle yaptı. Birkaç kadınla beraber ayrıldı çeşmeden.
Sabah beri, meydanlıkta patika yollar oluşturulmuştu bile. Bu yollar, alanın kıyılarına doğru geniş yaylar çiziyor, duvarların yakınından, alan dışındaki parsel sınırlarından geçerek, uzayıp gidiyordu. Kadınlar tek sıra yürüyorlardı.
Caminin önüne doğru, iki kadın üst sokağa doğru ayrıldı. Zühre, tamda Umran'ın önünden geçecekti şimdi. Karşıda şaşkın piyade gibi duruyordu işte. "Süt dökmüş kedi!"dense, daha doğru olurdu.
Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi