MENÜ
Erzurum 22°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (29)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
23 Nisan 2009 Perşembe

Çeçenya ah Çeçenya... (29)

Ahırlar sabah saatlerinde az bir miktar soğusa bile, hayvanların içeri alınıp, çaput fitilli kapılarının kapatılmasıyla, köyün en sıcak mahalleri olurdu. Bu yüzden daha daha eski günlerde, yakacaklara el konulduğu yıllarda, gebe kadınların ahırlarda doğurtulduğu anlatılırdı.
Köyde her şey yolunda görünüyordu. Babürşah'ı görenler, özellikle oğulları dağda olanlar, ondan dağın son ahvalini soruyor, dertleşiyor, kimide yakınlarına haber gönderiyordu. Komutan onları teselli ederken, hayli duygusal sıkıntılar çekiyor, güler yüzlü olmaya çalışıyor, bu savaşın çok uzun sürmeyeceğini, zaferin çok yakın olacağından bahsedip duruyordu.
Halasıyla tamir yada bir sıkıntının bertarafı için gittiği bazı evlerde beşiğinde yatan bebeklerin yanaklarını okşarken, gelinlerin yarınlara ilişkin endişeli bakışları dayanılmaz oluyordu... Orta yaşlılar daha sakindi. Yaşı yetmişin üzerinde olanlar, tıpkı daha gençler gibi hüzünlüydüler. Belli ki, en yorgunu onlardı bu savaşın. Hikayeleri kadar uzun ve zor savaş yılları geçirmişlerdi.
Öğlene kadar hayli ev dolaştılar. Bazı evler için haftalarca yetecek miktarda yakacak hazırlayıp, kök ve tomruk parçaladılar. Taşıdılar, istif ettiler. Bazı evlerde kırık ambar kapaklarını, özellikle pencerelerin kilit takımlarını onardılar. Babür, yanında taşıdığı seyyar örs üzerinde, teneke çiviler yaparak, bazı odun sobalarının dikişleri sökülmüş kısımlarına takviyeler yaptı. Çok nadir elektrik verilmesine rağmen, bazı çıplak fiş yuvaları, yenisi olanla değiştirildi, olmayanlar iptal edildi. Bu arada Umran ve onun kırk yıllık çırağı gibi etrafında dört dönen Hasan, köyün tutukluk yapan ne kadar tüfeği varsa temizleyip, mekanizma ve tetik guruplarının tamirlerini yaptılar. Bazı namlular kızgın tandır ateşinde ısıtılarak, mermi yolarındaki kıymıklar temizlendi, balansları yapılarak, yağlandı. Yapılamayan birkaç tüfekde, kampa götürülmek üzere ayrıldı. Tahta beşik onardıkları dahi oldu. Girdikleri evlerde bol bol çay içip, sütlaç yediler.
Bu gün köyden ayrılış zamanlarını sis belirlemişti. Öğlen ezanından sonra yola çıkmaları halinde, akşam geç saatlerde de olsa kampa ulaşmaları mümkün olacaktı. Gece dağ tırmanmak hem hayvanlar, hem kendileri açısından çok zor ve risklerle dolu oluyordu. Bu yüzden hazırlıklarını tamamlayıp, biri yüklü üçü boş dört katırla yola çıktılar.
Kanlıca, Salmanlı köyleriyle, Başköy mezrası Karadumanlı Dağlarının eteklerinde Salur'a göre kampların tam aksi istikametindeydi. Araları hızlı adımlarla kat edilirse, birer ikişer saat mesafelerdeydi. Salur'dan tam doğu istikametinde yola çıkıp, düzlükten sonra iki vadi inip çıkınca Kanlıca, oradan güneye doğru kar durumuna ve sise göre, bir o kadar zaman tırmanıp Salmanlı'ya, sonra batıya doğru yay çizerek bir saatlik uçurumlarıyla ünlü 'Cehennem Deresi'nden geçip, Başköy mezrasına ulaşacaklardı. Sonrası kampa doğru tipisiz, sissiz  bir havada gidebilirlerse geriye beş veya altı saatlik yolları kalıyordu.
Katırlar birbirine bağlanmış, kervan yola çıkmıştı. Babürşah en öndeki dolu katırın uzun yularını koltuğu arasına sokmuş, eli cebinde talimatlar veriyordu. Hasan ortada boş katırlarda birine binmiş, Umran en arkada yürüyordu.
 Köyden ayrılması hayli zor gelmişti Umran'a. Geride bırakılmaz bir yakını, onsuz yapamayacak birini bırakıyormuş gibi hüzünlüydü.
Sise karışmadan, dönüp bir kez köye doğru baktı. Beş on kişi hala onlara bakıyordu. Zühre en sağda, Halime halanın omuzuna başını dayamış, öylece bakıyordu.
Yüzünü sise çevirmeden, ondan hep bir veda hareketi bekledi. Onun hiç değilse elini hafifçe sallayacağını düşündü. Ama olmadı. Yoğun bir sis departmanı, Zühre'yide diğerlerini de siyah boyaya batırılmış vahşi bir fırça gibi, tuvalden silip atmıştı.  
             


  * * *

BÖLÜM 5
Yaslandığı kayayı iteklerken, acımasına rağmen sırtını küt küt vurduğu da oluyordu tabi. Mevsime göre sıcak bir sabahtı. Güneş, ufkun eriyen göz bebeği gibi alışılmış bir kızıllıkla ışıyordu. Yaklaşan soğuklar sebebiyle, ülkenin güneydoğu köylerine doğru hayli yakın yatıyorlardı.
Taşlar, geceden kalma soğuk düşlerin etkisinde gibi hala soğuktu. Toprak kaya diplerine doğru yer yer yaz kahverengisinde ama kupkuru ve cansızdı. Karıncalar olmayınca sırtı kaşınmıyordu yerin.
Namlulara sarılan çaputlar hayli kirlenmişti. Bahar geliyordu belli ki. Dağcılar için, eski bir atasözü vardı. Biri yaz sonrası için, ileri bir tarihe söz verecekse "tüfeklerden karınca çekilince" der,  kış içinse kar kastedilerek, " örtü kirlensin de hele …"  ifadesini kullanırdı.
 İşte o vakitlerdeydiler. Ciğerleri buharlaşıyormuşçasına nefesleri buğuluydu. Kışı sobasında kurutacakları dumanlı bacaları yoktu. Herkes adeta iki kişi yaşıyordu. Şu an olduğu gibi!.. Biri soğuk bir taşa yaslanmış oturuyor, diğeri siyah bir bere gibi başına geçirdiği hasretlerle yürüyordu. Herkes bu ikiliye baksada, bakmaya deymeyecek kadar sadeydiler aslında. Isınmaya çalıştıkları sigara külleri üzerinde kahve pişirecek kadar vurdumduymazdılar!.. Birilerinin, onları 'yaşıyor' bilmesi yetiyor da artıyordu bile!.. Hal buydu şu saatler...
 Dağlar yazın dahi ısınmazdı. Yaz zamanları serin olurdular, şimdi soğumuşlardı.
Öyle bir alışkanlıktı ki duyular!.. Kimse dağ soğuğundan dolayı ölümü ummazdı. Kendini (vücudunu) yenebilenler için soğuk hep karşıkiydi. Karşıdakini ya seyreder, ya vururlardı. Onlar duyularının hissettiklerinden korkmazlardı. Ha ısıran kış, ha okşayan yaz. Tabiat gah kızıyor gah yumuşuyordu. Onun koynunda yağmur ıslanana yağardı, soğuk üşüyenindi.
Beresini tomar yapıp ensesine koydu. Bir parça kendinden geçmek adına gözlerini kapadı. Göz perdeleri önce karardı sonra kızardı, sonra kıvılcım işlenmiş koyu bir gece mavisine büründü. Aslında gözlerini kapamayı çok severdi Umran. Bazen, bıraksa saatlerce gözünü kapatıp, öylece "bir su birikintisi, bir susuz " gibi kalabilirdi. Çok hoş olurdu bu anlar. Değişik danslar seyrederdi belirsizliklerden. Bazen yıldızlar gibi yüzlerce nokta sayardı. 'Bu karanlık benim' diye, bütün çarptıklarına sahiplenirdi. Aslında bu karanlığa 'benim' demek kolay olmasa da, bütün savaşçılar gözlerini kapatırdı.
 Hayalle sükut, sarhoş ile şişe gibi, bülbül tüner sülün konardı çalılarına. Bazen belirsizliğin kendine gülümsediğini hisseder, dudakları bir zaruret gibi yumuşar, dalar giderdi varılmazlara. Kaç sefer o alem içinde uyumuştu. Rüyalar yaren bulmuş gurbetlere benzer, sılaları su dökerdi insan arkasından.
Bir mekanizma sesiyle gözlerini açtı. Yine her zamankiydi dünya... Şu haliyle metelik vermezdi yaşamak için!.. Düşünmemeye karar verdi. Gözleri önce potinlere sonra beş altı metre ötede silahıyla uğraşan Ömer'in metal parçalarına karışmış ellerine, sonra kar düşmüş yükseklere, nihayet ufka kaydı. Her şey ama her şey orada bir yerlerdeydi ama neredeydiler. Gözleriyle ufuk arasında artık hiçbir giz yoktu. Kafasından beyaz bir kuş tünedikçe, tüyleri yüreğine düşüyordu.
Şimdilerde, ufuktan başka sıla da yoktu ki!..
Rüzgar sayfa çeviriyordu. Boş sayfalar hatıralara ayrılmıştı ama; tüfeklerinden başka kalemleri yoktu yazacak. Ne yapsalardı yani!.. Nasıl sevilir di bu dünya?.. İntibalardan ibaretti!.. Bak şu 'özgürlük' gibi, bak bak şu 'esaret' gibi!.. 'Gibi' bir dünyaya sahiplenemezlerdi ya!.. Ya da her intiba karşısında nasıl aziz kalırlardı!..
Bu yüzden, her şeytana bir kurşun talipti!..
Onları şehirlere çağırıyorlardı. Şehirler yer altları gibiydi. Ama bütün mazlumlar oralarda ağlatılıyordu. Hapisaneler dolu, mezarlıklar bıtkındı.
Hafızası, nedendir bilinmez ama 'bağımsızlık' dedikçe, kanlı bir gelinlikle Zühre'yi taşır olmuştu göz kapaklarına... Kendini, onunla ellerini kana batırmış, el ele bayrak boyarken görüyordu.
Zühre, şimdi tek mutluluktu hayatta. Rüyaların, onu Zühreyle vurması normaldi elbet. Fikir sürekli gam isterdi ya, süvariyi değil atını nişan alıyordu.
Gam o kadar asil metotlar kullanmazdı.
Ayağa kalktı...
Kampta, ender saatlerden biriydi. Dokuz savaşçı da bir aradaydılar.
Bir yıl  öncesine göre, şimdi gerek araziyi gerek köylüleri çok daha iyi tanıyordu. Çocukluğu bambaşka diyarlarda geçmişti. Hep böyle denirdi ya, fakat 'bir zamanlar' bir çocuk olduğunu, bir türlü düşünemiyordu. Hep bu yaşlardaymış gibi geliyordu kendine. Ne çocukluğunun önünde, ne yaşlılığının arkasındaydı. Evet!.. Gün bu gün, saat bu saatti. Ömür bu günlerdi. Hepsi buydu işte, bu kadar!.. 
Yaşayacaklarını düşünenler ömrü hapsederdi. Üç kuruşa ele geçmiş köle ile hataya tahammülü olmayan efendi rolü biçilmiş, ömür... Ömrü, yaşama kalitesini küfesinde taşıyan hamala benzetmişken, bir hatır soran olur muydu acep!.. Ne taşırsın, ne kadar, nereye?.. Hem çok ağır, hem de çok kokuyordu bu yük!.. Cevabı verecek hamal var mıydı?..
Bir türlü geceyi sormazdı güneş. Bir türlü yakalandığı günkü gibi ötmüyordu muhabbet kuşları...
Çocuk hayallerinin pembeleştirdiği bir dünyada, pembe bakışların fark edemediği çoğu zaman ıslak elbiseli ve kürek nasırı ellerinden hatırlanabilen bir baba… Hey gidi yıllar. Bir defa annesi için;  "acaba annem çocukken mi ölmüş…" diye sormuştu ya!.. O zaman ne çok ağlamıştı. O'na  "annem seni doğururken …" diyememişti. Kundağını hep baba elleri sarmıştı. Yıllar yılı nasırlı ellerini gagalamıştı hayat. Nasırlı eller, su damlayan barakalar gibidir. Belli ki emeğin öksürüğünü ninni bellemişti, ömür. " Baba, ah Baba, anneciğim der gibi!..."
' Evet, ah Baba!..'  O'na, çocukluğu koymuştu adını. Yetim farkıyla çocuk olmuştu ya!.. Bu fark hiç silinmemişti anlından. Fark çalı iğneleriyle işlenmişti baht yazmasına...
 Ömer, kızgın bir boz ayı gibi hayıflanıp duruyordu. Elinde çilli namlusu ile eski bir MG3'le uğraşıp duruyordu. Bu silah, gurubun silahlarından biri değildi. Mekanizma takımını sürüp,  kabzayı çevirip oturtuyor, silah bir türlü manevra yapmıyordu.
Ömer o kadar ses çıkarıyordu ki, bir ara herkes ona bakmaya başladı.

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi