MENÜ
Erzurum 22°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (32)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
28 Nisan 2009 Salı

Çeçenya ah Çeçenya... (32)

Ne birbirlerini duyuyorlardı ne kendilerini. Derken, karşı kamplardan ve gözetleme noktalarından da tüfek sesleri gelmeye başladı. Uzak yakın bütün tepelerden herkes cevap veriyordu, şimdi. Dağlar ötüyordu adeta. Sesler bir süre sonra daha da anlamlı mesajlara döndü. Peş peşe üçlü seri atışı takiben tek atışla fasıla vereninden, ikili eşit aralı seri atışlar yapanına, uzun seri atışları takip eden daha kısa seri atışlar on on beş dakika kadar sürüp gitti. Tabi Ömer'in hurdacı harcı MG3'üde, hırıltıyı andıran özgün sesiyle iki ileri bir geri patlayıp duruyordu.
Taki Babürşah,  "  Ateş kes!.. " emri verince, en azından dağın bu tarafında silahlar kademeli olarak susmaya başladı. Hepsi  "  Oh be!.. " Der gibi, rahat ve gülen gözlerle bıraktıkları yerden sohbetlerine koyuldular. Babürşah derken, hepsi rahatlamıştı. 
Umran, Babürşah'ın koluna girmiş, doğu tarafı düzlüklerindeki karartılara bakıyorlardı.
Gölgesini boyaya boyaya kayıyordu güneş. Göğe baktı. Birkaç kül rengi bulutun göz yaşına benzediği bir çehre ve buğulu açık mavi gözleri andıran gök, çok sevimliydi. Zaten bu dağlarda, göğe bakmadan yaşanmazdı ki. Her şey oradaydı ya!.. Sevgi, hasret, umut, sıla, vatan, sevgili...
 Ne vardı ki, şu anda ıslak bir göz mavisi rengindeydi gök...
Gelki, yürek pansumanı için, 'gurup saatleri' diye, saatlere daha vardı ama şimdide çok güzeldi!..  Göğe sarınacak kadar yaklaşmak ve göğe çömelecek kadar yorulmak için tam zamanıydı… Gece vakitleri gibi taş arama gailesi taşımadan, hele o yıldızlı geceler... Aya taş atacak el, gönül, sevgili... Hepsi aynı meyhaneye gelecek de, mumlar gönlün nefesiyle sönecekte, avuçlarından yere kayacakta sevgililer o zaman sarhoş olacaklardı ... Sızılarını duymayacaklardı gönlün. Daha neler neler!.. Yıldızların en yakında olanına uzanıp, aya fırlatacaksın...
Hele o gurup vakitleri!.. Uzaklarda ceylan kızartan ufkun, tüfeklere attığı alaycı bakışlar. "Kavalı namluyla mı karıştırmışsın!" der gibi...  Bu demler, her dağ bir feryada yaslanır. Her dağ, güneşe uzanıp ta tutamayan bir kol olur ya!.. Dünya, ölü bir anne gibi omuzlarında ağırlaştıkça ağırlaşır, karınca dökülen izler uzadıkça yürek sineye sığmazdı. Hiç bir hayale sığmazdı hal. Can, bir kafes kuşu gibi çırpınır dururdu. Pembeli, yeşilli, allı pullu tüyler kimi gelinlere kimi arılara çiçek olurdu.
Sevgileri arasında tel örgüler vardı. İmkansız imkansız gülümsüyorlardı. Aslında imkansızlığın da önemi yoktu. 'Her şeye rağmen!' yaşıyorlardı işte. Madem kulak tıkamak duymamaya yetmiyordu madem bir feryat vardı ve hiç susmuyordu ve madem yürek göğüs kıllarının ardındaydı; öyleyse ne kendinden ne dünyadan kaçış imkansızdı.
 Gelde efkarlanma!.. Efkar gerçeğin sigara dumanıydı. Beş duyuya bir altıncısı bazen bir yedincisi elzem oluyordu da, bunu ancak ufuklar bahşediyordu. Vuslatına tebessümle kavuşamıyordu damat sır!.. Yar kapısında yorgun düşüyordu. Belki o kadar hür kalmışlardı ki, yorulmuşlardı. İşaret parmakları şimşek çekiyordu artık. 'Allah bir' dedikçe vuruluyorlardı çünkü...
Babürşah mağaraya doğru ilerlerken, belli ki yine yanlızlık çağırmıştı onu. İnsan ardına bakmadan yürüyorsa, mutlaka çağıranı olurdu ya!..
Umran haritaları toplayarak takip etti Babürşah'ı.
Mağaraya birini selamlar gibi eğilerek girdi. Zaten sığınağın, bir çadırdan ziyade en hoşa giden tarafı buydu.
Eğilemeyecek kadar katı karakterliydiler. Hatta çadır kurdurduğu zamanlar bile, giriş ağzını kuzeye bakacak şekilde kurdurtmaları dahi bu karakterin atfıydı belkide.
Babürşah, deri hurcunun portatif gözünden çıkardığı Türkçe baskılı, kapakları mantar yeniği  ten gibi çil çil olmuş orta kalınlıktaki kitabı olarak, kampeti üzerine uzandı. Sayfaların, " Geri dön!" veya "sayfa çevir" dediği   kısımlarında, bilmem kaç zamana ait  şahadet parmağı izi vardı. Koyu ve yağlı mühürler gibi.
Umran, arkadaşının sakinliğiyle memnun halde onu yalnız bırakıp tekrar dışarı çıktı. Gözleri, onu yine Zühre'ye yana çevirdi. Önce düzlüğü geçti, sonra yeniden çok çok uzaklardaki karartılara takılıp gitti. 
Mesafeler zindana benziyordu. Gözde olmasa,  intikam alacak kimse yoktu mesafelerden. Hele kapalıyken, diyecek yoktu gözlere. Bütün mesafeler şuh bir kadın gibi, nasıl da düşerdi şiltesine gözlerin. Göz kapaklarından sığmayacak kadar iri ve hiç bir şey olan ne olabilirdi ki!..
Bir tek 'sevda!..'  Karanlık ışıktan korkusunu hangi kucakta unutsun ki ?.. Mum ışığından dahi sinen karanlığa nede çok benziyordu!..  Sevda!.. Kahve fincanına dahi sığınamayacak kadar burçsuz, garip ve ürkek bir dilekmiydi acep!.. 
Ah ilkokul kültürünün portakalı dünya. Bilginler, kabukları sigara közlerine sıkarak, söndürmeye çalışmışlardı yüreği!.. Durup durup, 'kim attı bu çevreyi suya?' demekten başka, ozanın sözü yoktu. Suya düşen gölge ıslanmıştı birkez?
 Şarap olacak üzüm, asma dalının sitemleriyle tatlanırdı. Bu Zühre'de öyle bir şeydi işte. Ona ilgisi yormaya başlamıştı ya, üzümler tatlanmaya başlamış demekti. Uzanamadığı her dalda bir gönül yuvası vardı!.. O dallardan en ince olanının üzerinde de, saç tellerinden örülü yuvasıyla Zühre vardı şimdi. Onun yuvası belliki 'aslı'dan kalmaydı. Tekrar ısınıyordu.
Gel gör ki, bir sökük bağır için, kim pahalı dikerse ölçüsünde ticareti bilmeyen bu gönül, şimdi fukara katığına imreniyordu. Fakire imrenen gönül, hiç beyzade olamamışsa bile hiç de fukara olmamıştı.
 Hey gidi şakakları nasır bağlamış gönül!..  Ne de gizli hazların varmış böyle…
Yine dönelim, o sirkeli tahtın sabrına. Kırbaç hatunun çadırına doğru gidelim. Biz onu çağırdıkça, o bize kurşun sıksın… Gönülden başka, kim anlayabilirdiki gönüldekini. Herkes kendini anlayabilse, o zaman efkara ne ihtiyaç kalırdı. Yine serçem öksürüyor!.. İyisi mi oturanın hürriyetindense, yürüyenin esiri olup yaşayaduralım. Adressiz, adreslerde aranmayan korku gibi, haz gibi, hüzün gibi. Gölge suda nasıl yıkanırsa öyle!..  Madem neşenin ilk konduğu yer dudaklar, öyleyse dudakların da önüne geçelim. Şu tekne kültürüne alışmamış olsam, şu vahşi dalgayı da sevgili saçına benziyor diye yolacağım. Sarhoş!.. Deli tebessümünü mü yadırgamaktasın? Biraz daha içersen, nihai öfkene kendini adamaktan başka yiğitliğin kalmayacak. Ayak izlerinde çimen biten sevgililer, bahar molalarında bile görmediler seni. Atın kişnedikçe kıkırdamadılar bile. Bıyıklarını ürperten güzeller, yemenden gelmeyene su vermiyorlar. Peki sana, anan gibi şefkat tadında şarabı kim içirse avuçlarından. Hala anlamadın!.. Hala sirkte avlanıyorsun!.. Buna gül ufalamak derler. Senin sevgili dediğin çadırın eteklerine, rüzgar musallat olmuş. Şavaşla aşkın yarım bardağı olmaz. Nede tek bardağa sığarlar. Bu yüzden bu iki dev bir yüreğe zor sığar. Nasıl, yıkanacak 'dünler' kurşunla yıkanırsa, seni de  büyük ümitler kirletebilir. Dikkat et!..   
Gelelim ışık ırmaklarının karanlık denizine. Artık bana ne oluyor görmeliyim. Öyle ya, yüksek uçamıyorsan, atmaca olup avcı kolunda ne işin var, demezler mi insana. 
Sıcağı alevden ayıklamalıyım. Madem ufkun pazarlığını yapan rıhtım sarhoşu için şişedekiyle denizdeki kardeş! Madem ' seviyorum' diyorsun şu sarhoşun şarkılarını, madem baca dumanını dağıtan rüzgarın sesini nara belliyorsun, madem aslandan adres soruyorsun delikanlıca, öyleyse şişeyi denize daldırabilirsin. Hüzünler sevdanın kelimesiz şiirleridir. Madem yeni bir dert eski bir umuda benzer, o halde ağırlayarak derdi bulacaksın. Ağlamadan, " taaa, şuram ağrıyor!.." demeden.
Bilirsin ki  siftahı yutkunarak yapar gönül. Bil ki, sevgili dediğin hayalden öteye geçerse anlamsız kalır.
Sonra!.. Sonra uçuk dudaklarındaki solgunluğu silecek gibi parmaklarını uzattı. Uzaklardan, karartıların içinden öyle sıcak bir haz esti ki, gözlerini kapadı.
'Zühre' diye, söylendi… 
* * *
İkindi sularıydı ki Babürşah, Huvayda'yıda yanına alarak Tim Karargahı'na indi. Yolda, özellikle en son ve birleştirilmiş istihbarat bilgileri üzerine hayli konuştular. Aylardır seyrekleştirilmiş şehir eylemlerinin, yeniden başlama emareleri belirmişti. 
Halka karşı, zulüm ve yoksullaştırma yoluyla sağlanmaya çalışılan cemiyet insicamı, sebepsiz yere yapılan tutuklamalar, halk bilincinde yorgunluklar oluşturmaya başlamıştı. Zaten amaçta buydu. Halkın,  'kurtarıcılarına' karşı beslediği sempati ve inancı zayıflatmak. Onlara; "İstediğimizi yaptığımız, acı çektirdiğimiz, yoksullaştırdığımız halde, nerede o kurtarıcılarınız?" türünden, alaylı ve aşağılayıcı imalar yapılıyordu. Özellikle, soğuk sebebiyle şehirde baş gösteren zatürree yüzünden, hayli çocuk ölümleri yaşanıyordu. Halkın, tek ampül penisilin temin edecek kadar ne tek kuruş meteliği ne de borç harç temin edilse bile tek kutu antibiyotik bulacak torpili vardı. Eczanelerde,  hükümet komiserliği tarafından bizzat beş altı mühür ve imzalı reçetesi ve asayiş teşkilatından alınmış adli ve asayişle ilgili sicil belgesi olmayana ilaç yoktu. Adı geçen belgelerin temini ve özellikle sabıka kayıtlarına ilişkin belgenin tamamlanması hemen hemen imkansızdı. Kaldı ki, uzak yakın rejim suçu yaftası takılmamış olmakta yetmiyordu. Belgeler temin edilebilse dahi, bu seferde ilaç teminindeki imkansızlıklarla karşılaşıyorlardı. Sonuç olarak, hükümet ve enjekte edilmiş rejim lehine ölümler artıkça artıyordu.
Huveyda'nın Grozny'den getirdiği mektupta zaten bu sıkıntılardan bahsediyor, Üniversiteden bir arkadaşı hasta yeğeni için ilaç istiyordu. Bunun için mektup ekine reçeteyi bile iliştirmeyi ihmal etmemişti.
Hayli duygulanmışlardı. Başkent'te durum böyleyse, diğer şehirler ve kontrolleri altında olmayan diğer yerler ne durumdaydı acaba? Yoksulluk, soğuk ve katı işgal şartları altında ezilen halk için, hastalık başlı başına bir çıkmazdı. Eyvahlar çıkmazı... Bu eyvahlardan tarih bile utanıyordu. Dünyanın gözleri önünde öldürülüyorlardı. Tam bir soy kırım yaşanıyordu. Dünyanın bu tarafı öyle karartılmıştı ki, hiçbir ülkeden tek bir ses, tek bir itiraz yükselmiyordu. Tek bir vicdan sızlamıyordu. Sırtını sıcacık emperyalist sırtına dayamış milyonlarca insan, mışıl mışıl uyuyordu. Balinalar için, soyu tükenen Afrika maymunları için seferber olan arsıulusal insaf kirli saçlarını kaşıyor, Birleşmiş Milletler denen metal diktatorya ise emperyalistlerin yeni haritalarını boyuyordu. Gelecek üzerine umut, tarih üzerine hafıza siliyorlardı. Evet… Son yüzyılda Asya'ya merhamet yoktu. Önce çocukları öldürüyorlardı. Kendi kaynaklarıyla vuruyorlardı mazlumları. Afyon tarlaları ekip, petrol çalıyorlardı. Kafkasya'nın sedirlerinden silahlarının kabzalarını yapıyor, çocukların göz yaşlarıyla cilalıyorlardı.
Huveyda, Tim Karargahı'nda harita ve hafıza üzerinden son müşkülleri tek tek etraflıca anlatmıştı.
Babürşah'la katıldıkları toplantıya, Üs Karargahı'ndan üç yaşlı üye de katılmış, hayli notlar almışlardı.
İmam Şemseddin efendi diye en yaşlı ve dili zaman zaman geleneksel lehçe dışına taşan ihtiyar, gözyaşlarını tutamamıştı. İki yüz yirmi çocuk ölmüştü son iki ayda. Kadın ve yaşlılarla birlikte bu sayı beş yüz civarındaydı. Ölüm sebepleri tamamen soğuğa bağlı, tedavi edilebilir enfeksiyonlar ve bakımsızlıktı. Önemli bir kısmı zatürree, difteri ve dizanteri kaynaklı iç kanamalardı.
İşgalcilerce sabıkalı kaydı düşülmüş bazı dış mahallelerin su iletim hatlarına, 'arıtma maddesi' adı altında,  değişik kimyasallar atılıyordu. İnsanlar, bu açık sarı renkli suyu içmek yerine, artık kar eritip içmeyi yeğliyorlardı.
Kışın bu ayında dahi ilaç gibi, tahsisi müeyyidelere bağlanmış ama kömür sırası gelen hiçbir aile yoktu. Özellikle bu kış, evlerinin iç kapılarını söküp yakan, çatı tahtalarını kesen, resmi ofis çöplüklerinden yanabilecek ne varsa toplayan, yeni bir yoksulluk hakimiyeti kurulmuştu. Öyle ki hastane, kışla ve okul çöplüklerini sürekli bekleyen yoksulları uzaktan gören kimse, miting oluyor sanırdı. Arada bir de sabıkalı biri arıyor bahanesiyle yada askerden bir firar gerçekleşmişse, bütün öfke bu yoksullardan çıkarılıyor; yerel polisçe pataklanıyor, öldürülüyor, cesetleri günlerce kaldırtılmıyordu. Zaten ayakta durmakta güçlük çeken ihtiyarların, izdihamlar arasında ezildikleri, düştükleri yerden artık kalkamadıkları da her gün yaşanabilen rutin olaylardan biri haline gelmişti.
Sık sık evlere baskınlar yapılıyordu. Evine girilen aile, içerde ne durumdaysa yalın ayak başı açık sokakta bekletiliyordu. İçerde sobaları devrilen, duman bacalarından şiltelerine kadar süngü geçirilerek aranan evler, kırık camlar, kurum, çaput parçaları, tabak tencere kırıkları içinde terkediliyordu. Onun için çoğu ev, bez, muşamba gerilen pencereler sebebiyle gündüz bile karanlıklar içindeydi.
Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi