MENÜ
Erzurum 22°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (33)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
29 Nisan 2009 Çarşamba

Çeçenya ah Çeçenya... (33)

Evler umumiyetle susuzdu. Su tesisatları soğuk nedeniyle donmuştu. Bebekler annelerin göğsünde ısıtılmış toprakla kundaklanıyordu. Bebekler, kimi annesi göğsünde, kimi sırtında ama hep kazağı altında, kanguru yavrusu gibi günler boyu hiç çıkarılmıyordu. Çocuk hastaysa, genelde göğsünde olurdu annesinin. Ölürken bile ağzında meme olan bebecikleri, annelerinden ayırmak hayli zor oluyordu...
Başkentte, çok kalabalık saf tutmuş bir varoş ölüsü cemaatine müsaade edilmezdi. Böyle bir kalabalıklaşma varsa, derhal müdahale edilir, havaya ateş açılır, bazen çok yakınların dahi mezarlığa gidişine engel olunurdu. Mezarlık, sürekli silahlı, dil bilmeyen askerlerce korunur ve denetlenirdi.
Okullara tamamen üniforma hakimdi. Özellikle üniversite, tamamen asker denetimi altındaydı. Hemen on öğrenciye bir asker düşecek kadar taburlar oluşturulmuştu. Bu askerler zaten az sayıdaki öğrencilerle beraber derse girer, tüfekleri çapraz tutulu halde, en arkada teyakkuzda beklerlerdi. Hastaneler de aynı durumdaydı. Muayene sansını yakalamış kişi, mutlaka polis gözetiminde soyundurulup, giyindirilir veya dinlenirdi. Yatan hastalar tamamen imtiyaz almış, yerli ve yabancı esnaf ve memurlardan ibaretti.
Huveyda brifingi bitirince karargahtan gitmesine izin verildi. Kalanlar konuyu hayli tartıştı. İmam Şemseddin efendi, nihayet Hud'un dağa çağırılışının  sebebini açıkladı.
Akşam saatlerinde Üs Karargahı'nda yapılacak nihai toplantı için Babürşah'a emir verildi.
Onlara tüm şehirlerdeki durumun aynı olduğunu, bu durumun tamamen milli mücadelenin azmini kırmak, halkı bezdirmek, göçe zorlamak yada savaşçıları provake edip, düze çekmek gibi çok amaçlı bir plan üzere yürütüldüğünü ama bu milletin yüzyıllar boyu bu taktik ve esaret şartlarını tanıdığını, asla asla isyan halkalarında çözülme olmayacağını, rüzgarın esir alınamayacağı üzerine uzun uzun konuşmalar yapılmıştı. İktidara giden yolda kanamadan kızaramayacakları, güneş olamayacakları  kesindi... Azalarak sığacaklardı dar kapılardan. Şeytan azarladıkça iman güçlenecekti.
Babürşah, belli ki akşam alacağı emirler için şimdiden heyecanlanmıştı. Haftalar öncesinden  harekat için belirtiler sezinlemişti aslında. Halkalar hergün biraz daha daralmış, nihayet bu güne gelmişlerdi. Konuşmalar arasında ima ve şifrelerle vurgulanan,  " … kısa vadeli ateşi düşürme!", " … hiç değilse feryat tesellisi olacak eylemler!" gibi, bazı ara cümleler dikkatini çekmişti. Ama üzerinde öyle aman aman düşünmemişti. Şimdi zamanı gelmiş olmalıydı. Henüz kesin olmamakla birlikte, şehirlerin birinde önemli bir eylemin şartları doğmuştu. Önemsenmeden harcanan halk için, önemli bir karşılık alınacaktı. Beş yüz serçeye karşı belki bir akbaba!.. 
Mağaraya dönünce, Umran'ı çay içerken buldu. İçerden kupasını kendi alarak karşılıklı çay içmeye başladılar.
Ekipten kimse yoktu ortalıklarda. Kimi başka ekiplerdeki arkadaş ziyaretine kimi ava gitmiş olmalıydı. Ama Umran'ın mekanda olması, son sıkıntıları paylaşmak adına iyi olmuştu. Ona sanki öz kardeşiymiş gibi derin, ta yürekten bir sevgi besliyordu şimdi. Sağlam karakteri, olaylar karşısındaki soğukkanlılığı, düşmanına karşı bile etik yaklaşımlar içinde olması, diyalektik duruşu, Babürşah'a Zühre'den sonra yeni bir kardeş kazandırmıştı işte.
Ama son aylarda, özellikle bir kıza dayalı olduğunu sandığı durgunlukları, hayli endişelendirmiyor da değildi. Kaç sefer, eğer derdinin bir yavuklu meselesi ise kendine açılmasını, düşman kızı bile olsa saçından yakalayıp bir gecede ona getirebileceklerini, esprilerle de olsa anlatmaya çalışmıştı. Ama ondan, ufakta olsa hiçbir işaret alamadığı gibi, konunun her açılışında onun acemice,  bazende kaçamak cevaplarına sadece gülmüştü. Tek taraflı bir sevgiye benziyordu Umran'ınki. Aslında bu derdin taşınması hem iyi, hem kötüydü. İnsanın kendini tanıma süresini kısaltması anlamında iyi, kendini kilitleme ihtimali ölçüsünde kötüydü. Yada hiç kendiyle baş başa kalamamak adına kötü. Tıpkı salkım söğütlerin uzandıkça başlarını yere çevirmeleri türünden. Dallar büyüyüp, yeşerdikçe gövde bir inziva asası gibi alnına batıp duracaktı. Cep aynaları da böyledir!..  Bir yüzünde bakınca kolayca bulabildiği kendine karşı, öte yüzünde sadece bahtın parmak izleriyle çil çil olmuş yetim hevesler olmaz mıydı!.. Sevdanın şifreleri yalnızlıktaydı. O, hücresi olan yürekte batmakta olan bir güneşe bakar dururdu. Herkes tek yürürken, seven sevgilisini de taşırdı. Herkes tek tek vurulurken, seven sevgilisi ile vurulurdu. Aslında yalnızlıkları, sürekli dil döktükleri sevgilileriyle geçirilen saatlerden ibaretti. Her dış ilişki, mutlaka sevgili müsaadesinden geçerdi. Sigaradaki derin soluklar, rüzgardaki ilahi ritim, mermi sesindeki katı inat, yorgunluktaki rehavet, tebessümdeki haz, itirazdaki nefret... Hepsi hepsi sevgili soluğuydu.
Bu yüzden tez zamanda çözmeliydi Umran'ı. Bu sevgi çaresizse, bedeli kayıp olmamalıydı. Umran'ın namlusunun paslanması, dava adına olsun, zor bulduğu kader arkadaşlığı adına olsun, çok büyük bir kayıp olurdu şüphesiz. Kaldı ki son aylarda çok derin yaralar da almıştı Umran. Kerimhan'ı kaybetmek kısa sürede üzerinden atılacak türden bir yük değilken, bu yeni çıkmaz; zaten yara bere içindeki yüreği gagalaya gagalaya bitirebilirdi.
Umran, Babürşah gelince ona yer vermek istedi. Ayağa kalktı ama Babürşah boş kütükler yerine, ilk gözüne çarpan kaya  çıkıntısına oturdu.
Umran;
? Taş soğuktur Komutan. Niye ateşe doğru oturmadın ki?..
Sonra boş bir kütüğü uzattı ona. Devamla;
? Ee!.. Üs'deki arkadaşlar nasıl. Yeni emirler var mı Komutan?..
? Ondan önce, seninle konuşmamız gereken mühim bir konu var, Umran!
?  !?..
? Artık şu kafanı kurcalayan konuyu bana açmalısın, Umran. Durgunluğun dikkatimi dağıtıyor. Yek pare değilsin. Bazen ava giderdin, bazen okuduğun bir kitabı ne çabuk okudu diye şaşırırdım, bazen bubi tuzakları dersleri verirdin aveneye. Şimdi, zaman zaman terk etmiş intibası veriyorsun etrafını. Hasan dahi sana bakıp bakıp dalmaya başladı...
Umran gülerek;
? Gerçekten mi? Komutan. Hayır, ciddi olamazsın!.. Hem benim ne derdim olabilir ki?
Babürşah devam etti;.
? Gel istersen, bir kere konunun adını koyalım. Bu sendeki bir sevda meselesi ise, bu konuyu halletmek bana düşer. Büyüğümüz İmam Şemseddin efendiye konuyu açarız. Bende ağabeyin olarak gider isteriz, olur biter... Bu hepimizi rahatlatır. Hem savaşçıların önemli bir kısmı evli değil mi. Salur senin köyün sayılır. Halam için yeni bir ev açmak, savaşın sonucu kadar zaruri ve kaçınılmaz. Bakarsın sana bakar bende evlenirim...
Babürşah son cümlesine gülmeden edemedi. Kalkıp Umran'ın ensesinden tutup, kendine doğru çekti.
? Tamam mı Umran?..  Diye gözlerine baktı. Umran utanır gibi oldu. Konuyu nasıl değiştirebilirim diye işi yeniden şakaya vurdu.
? Senin gözlerin ne kadar kanlıymış böyle Komutan!.. İnsanın anlatacak bir şeyi olsa bile, bu gözler karşısında ne anlatabilir ki!.. Kurda; hiç kaybolmuş bir koyun rastladın mı diye, sormaya benziyor!.. Bak, mevsim başka mendil başka. Bu ıslak mendili bu kış dışarı saramam be Komutan!.. Mevsimlerin 'ıslağa' duyarlılıkları farklı diye yadırganabilir mi?.. Belki bendeki de kış ıslaklığıdır. Farkındayım ama geçer, geçecektir. Hiç tasalanma!.. Ne tüfeğimin namlusu çillenecek ne de üzerime doğan güneş hep böyle boynu bükük ışıyacak. Yakında geçer be Komutan... Sen şimdi Karargahtan bahset biraz...
Babürşah onu kucaklayıp sıktı. Anlına hafif bir kafa atıp, düşünceli düşünceli geçip tekrar oturdu.
? Öyle olsun Umran!..
Devamla;
? Daha herhangi bir emir almadık. Belki akşam. Üs Karargah'ına çağrıldım. Muhtemelen yakında Ezikhoy'danda daha kuzeye ineceğiz. Ve, muhtemeldir ki şehirler paylaştırılacak. Bizim Tim'e hangisi düşer, kaç kişi görevlendirilir hiç bilmiyorum. Ama içime doğmuş. İkimiz için farklı görevler olmazsa, beraberiz. Farklı görevler verirler mi bilemiyorum. Bakarsın apayrı yönlere de gidebiliriz. Akşam, görüşmeden döndükten sonra, zaman müsait olursa köye inmem gerekecek…
Daha söz ağzından çıkmıştı ki,  Umran ani bir atakla ayağa kalktı;
? Bende gelirim Komutan!..
Dedi ama sesinin tonu, vücut dili ve panikle söylenişi Babürşah'ıda, kendini de hayli şaşırtmaya yetti. Bir an, ' ben mi söyledim bu sözü!?..' Diye de epeyi bir süre panikledi.
Evet!.. Böyle, aniden, bütün muvazenesini yıkar gibi, vahşi bir serenomi yapmıştı yüreği. O an ayağı kayıp ta boşluğa düşse, daha bir iyi olurdu belkide. Kendi kendini suya iteklemişti. Sanki kendi değil de bir başkası konuşmuştu. Sanki içinde başka biri vardı. Laf bu ya, zaten öyle değil miydi!..  Onu zor duruma sokan hep o başka Umran değil miydi!.. Utandı, yüzünü tam aksi yöne çevirip zirvelere doğru bakmaya başladı. Sonra bir açıklama yapma gerektiğini düşündü ama o içindeki ben, onu kaskatı yapmıştı.
Kelimeler taş atılan kuş sürüsü gibi her biri bir tarafa tünemişti.
? Yani!.. Dedi. Bekledi. Arandı. Kendi kendine, " …boş ver! " Dedi, sonra...
 Babürşah gözlerini kısmış O'na bakıyordu. Gülmemek için kendini sıktığı o kadar belliydi ki. Dudaklarını birleştirmiş, bıyıklarıyla ağzını saklamıştı. Durum açıkça belliydi. Umran'ı sıkan her neyse Salur'daydı.  " Vay be!.. Niye daha evvel anlamadım!.." Diye, kendi kendine hayıflanıp durdu. Ama hiç bozuntuya vermedi. Bir bakıma iyi olmuştu. Ama durup durup içinden; "   Vay be!.. Salur ha!.." Diye tekrarlamadan yapamıyordu. Matrisin ilk adımı, büyük parantez açılmıştı. Hali daha fazla başı boş bırakmadan, konuşmak gerekiyordu;
? Tabi ki Umran! Tamda sana benimle gelir misin, diye soracaktım. Yol uzun!.. Sohbette ederiz bol bol. Hem Halam seni oğul yapmamış mıydı? Zaten evinde var, yatıp kalktığın, daha ne!.. Sıla ziyareti yara pansumanı gibidir. Hele bekleyeninde varsa!..
Umran öylece dönüp oturdu. Oturmak denmezdi ya, yığılmıştı adeta. Şu "bekleyeni" açığa vermişti nihayet. Ayıp etmişti biraz. Babürşah baba gibi, meziyetli bir komutandı. Arkadaştı. Üç dört yaşlık farka rağmen, yaşının katı mislinde olgun ve anlayışlıydı. Kim bilir belkide bir gün Zühre hakkındada konuşabilirdi onunla.
Her şeye rağmen köye gidecekti işte...
Gözleriyle, yine o solgun zühre tenine güneş gibi abanabilecekti. O kaşlarını gererken aldırmayacak, bütün bir dünya tebessümlerinin en güzel diye sığındığı dudaklarını Tarek sunaları gibi izleyecekti. Bu sefer ona bütün yaşadıklarıyla bakacaktı. Uykusuzluğunu, hüzünlerini, düşlerini anlatacaktı... Rüzgarı olmasa ıslak kanatlarının kurumayacağını, belkide bir zalim avcı kurşunuyla tez zamanda düşürüleceğini de anlatacaktı. Ama hepsi bakışlarla... " Tüh be! " dedi, içinden. " Hiçbir şey de konuşamıyorsun ki Umran. Haykırdıkça yol vermez ki bu dağlar.
Bu sefer dağlara döndü...
Kaşlarının süreti dağlar!.. Hangi fikir sizi germiş ki Zühre'ye benzemektesiniz. Hey gidi deli gönül, deli Umran!.. Hadi söndür şu sigarayı. Deki, sevgi muvazenedir. Deki, artık hayallere asma tüfeğini. Şöyle, inatçık olsun diye su sıçrat atının terkine. Annenin ninnisini ne çabuk unuttun sen. Böyle garip ve serseri olmak ihanet değil midir!.. Annen bütün cadılara, pamuk prensesler diploma verir, dememiş miydi!.. Hürriyetinden asla davalı olma dememiş miydi!.. Akıl hala niye yılan ıslığı çalıyordu!.. Gönül ney çaldıkça, akıl bu garip umrana dert oluyordu şimdi. Öyle korkmuştu ki, parmaklarını çiğniyordu.
Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi