MENÜ
Erzurum 16°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (22)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
15 Nisan 2009 Çarşamba

Çeçenya ah Çeçenya... (22)

 Toplumun bütününü ferde parçalıyorlardı. Göğe bakana, yalnız tek bir yıldıza bakacaksın diyorlardı. Toplumun bilgin cahilleri! Bir kere kalın kuşe yapraklı kitapları okumuşlardı ya, bir zaman Çar Rusya'sında Fransızca'nın kültür referansı seçildiği gibi, başlarına gelecekleri bilmeden karışmışlardı karanlığa. 'Köyden indim şehre' misali, bir anda başkent üniversitesinden, emperyalizmin silindir fötrünün içine düştüler. Her birine parlak vaatlerle ışıyan portatif fenerler verildi. Onlarda önce babalarının gözlerine tuttular fenerleri. Bir takım toplantılara katıldılar. Üstelik güven telkin etmiş akil 'sahip'leri dahi vardı aralarında. Herkes kendi korktu, başkasına güvendi böylece... Zamanla kolektif korkmaya başladılar... Plan gereğiyde buydu zaten. Bir zamanlar Moğolistan'ı, Çekoslovakya'yı işgal edenleri bu sefer çağırmaya bile gerek kalmamıştı... Buradaydılar zaten... Sözüm ona onlar bu isteği hissetmiş gibi daha söz ağızdayken buyurdular... Böylece efendi olmak hevesindekiler, asıl efendilerini görünce kahya olmaya karar verdiler. Gel gelelim halka!..  Halkta kimdi!.. Onların kahya olduğu yerde halka bir zamanların Kaliforniya'sının okieleri olmak bile fazla bir şerefti...
Evet o gün bugün mezarların dahi güneye bakmasına karşı çıkar oldular. Ölülerin istikametleri bile çıldırtmaya yetiyordu.
Ne zaman özgürlüğün serinliği içini sarsa, kendine uzaklığına göre acıtan başka başka hasretler doğar olmuştu. Hazlar acı vermeye başladı mı, bu kez de yalnızlık zapdedilmez olurdu. Aile, akraba, dost içinde, kalabalıklar içinde de olsa aklın akrabası ve salt yareni yoktu. Ağır sevdaların arefeside böyle olurdu. Zaman, dolap beygirinin bitmeyen kavislerini çizerdi. Cennetle cehennemin sırdaşlığını farkeder de, başka bir mekan bulamazdı insan. Artık bildiği gibi yaşayanı, bilmediği türden ne yakalayabilirdi ki? Ölüm bile yaşamdan bir enstantane olup çıkıverirdi!..
"Boşver!" dedi, kendi kendine. Böyle düşünme, "bu cehennemin işine yarar..."
 Neydi ki aslolan?.. Sende öncekiler gibi yaşa ve çek git!..
 Öyle yapmayanlar gibi düşünmek, öyle öyle olmaya yetmiyordu.
Hayatta ölümde, hatıranın meşruiyetiydi. Başkalarının 'sonra' dediğine, onlar 'ölüm' diyordu.
Aslında herkes hayatının gerisindeydi. Kendine saklıydı. Kimi tedirgin, kimi aç, kimi hür, kimi tok, kimi esir... 
Bu savaş açın tokun savaşı değildi... Açlıkta da toklukta da, aynı kuyruğu kaldırmış tazı davasındaydılar. Sonuçta yoksulu haset, toku tutku vururdu... Bu savaş fikrin savaşıydı. Aç bırakıldıkları için değil açıkta bırakılmışların savaşı. Ac yada tok olma tercihi verilmeyenlerin savaşı... Aynı cemiyette, farklı tevazuların cehennem ve cennet diye vadettikleri rahmet ve gazabın savaşı da değildi. Çelişki, sosyal rantabilitenin karekteristik katsayısıydı. Esarette, özgürlükte dünyaya sığmayanların hakikatleriydi. Güce yenilmiş adaletle, tebessümüne yenilmiş bir kadının dalaleti aynı değil midir?..  Ve, kafesine yağmur yağan muhabbet kuşu… Sosyal denge…
İnsanların çoğu sokağa çıkmaya imtina ediyordu. Çıkanlar, olanca becerileriyle masum ve pecmurda görünmeye çalışıyordu. Şehirde büyük memuriyeti olup ta maskaralık yapmayan kimse kalmamıştı. Büyük kayıplara uğramış zenginler, buna da şükür türünde türlü yollara başvuruyor, bir üst otoriteyle yan yana görünmek adına rüşvet veriyor, yapmadıkları namussuzluk kalmıyordu. Ne kalıyordu ki geriye, memur ve işçiler... Küçük memur ve işçi kesiminin resmi dairelerde üç beş kuruş için, sahte memnuniyet adına kestikleri roller, masumane ve açlık adına yapılmış şeylerden sayılıyordu.
Bu ülkede neler olma dıki!.. Eğilmeyen başlar ya kesildi ya göğsüne yapıştırıldı!..
Soruşturmalar da açıldı. Takibat yapılanlar, işten çıkarılanlar, hatta hapsedilenler daha küçük bir ülkenin halkı olacak kadar çoktu.  Halk kesiminde, az da olsa birbirine karşı güvensizlik oluşturulmuştu böylece. Sosyal bünyeyi en fazla kemiren fare, tarihi şöhreti olan 'ispiyonculuktu'. Açlık ve hastalıklar taşeron olarak tutuluyordu. Hele akrabasından biri firarda olan bir ailenin, belki hiç mi hiç şansı yoktu bu günler. Elinde avucunda üç beş kuruşu olan aileler, daha temkinli ve daha az harcayarak tükeniş anlarını biraz daha geciktirmeye çalışıyorlardı. Yarın, öbürsü gün, yarınki, öbür günkü sene… Zaman, zaman veremiyordu!.. Meçhul, meçhul yarınlar… Halk iftarı olmayan açlık içindeydi.
İşte ağır ağır tükeniyorlardı. Esnaf, fabrika ve karaborsaya yeniliyordu. Birçok imalathaneye, yeniden hükümetçe el koyulmuştu. Buna, zapt etmede denebilirdi tabi.
Evler kamulaştırılıyor, insanlar önce kırsala, oradanda belki kapı dışarı... Alınan para, ya üç ya da beş aylık ekmek parasından fazla bir şey tutmuyordu.
Daha şimdiden birçok çocuk ve ihtiyar ölmüştü. Hastanede 'açlığa' konulan teşhisler, genelde halkın anlamadığı türden isimler oluyordu.
Halk, gıda yetersizliğinden ölenlere kayıtsız kalabiliyordu da, soğuğa, hastalığa, salgınlara, nemli hapishane hücrelerindeki işkencelere dayanamıyordu.
Hastalık kapmak için, bir gece göz altında kalmak yeterliydi.
Yasaklara rağmen birleşen akrabalar hatta komşular oldu. Bir ya da iki odada koğuş düzeniyle yaşamaya başlayan akraba sayıları hergün biraz daha artıyordu. Zamanla hükümette teşvik etmeye başladı halkı. Evler, muhtemel yeni sahipleri için boşaltılıyordu. Zaten yakacak sıkıntısının altındaki sebeplerden en önemliside buydu. Aslında bilinçli bir proğramın parçasıydı, birleştirme işi. Bir sokakta en fazla üç yada beş baca tütüyor, tütmüyordu. Tabi ki halk olamamış ya da olamayacak olan sokaklar dışında. Kedileri için dahi oda ısıtılan köşkler ve finolarını bile mikrop kapar endişesiyle halktan koruyan aileler, hatırı sayılır sayılara ulaşmıştı...
Doğuya doğru daha koyu gri bir bulut tabakası daha çökmüştü kasaba üzerine. Hala kar yağıyordu. Şimdi, pencereden beyaz bir merinos derisi sarılmış hissini veriyordu yer. Okşanacak, kırıştırılacak ve tüyümsü.
Uzaktan yakına berraklaşan, bir göz ufkunda uçulacak öyle yükseklikler vardır ki; kanat çırpacak, açılacak, süzülecek kadar engindir.
Ufuk her haliyle bu kadar güzelken, gözün konacak bir dal bulamaması çok garipti. Belki de ufkun yegane dalları dağlardı!..
Ve!.. Bu ufukların kanatları hevesler di ama o kadar namlu çevrilmişti ki onlara. Ne demeli!.. Üstü beyaz, altı siyah kanatlar...
 Kendi dışındakileri düşünürken kendini dışarı atan hayat,  ağlayanı da güleni de olmayan bir yetim yalnızlığındadır.
Her çok, bir teke yaslıydı. Azalarak bire düşmekle, çoğalarak bine çıkmak; aynı bilmecenin soldan sağa, yukarıdan aşağıya çalakalem doldurulması değil miydi?
 Her şey 'yaşamak' olsaydı, yaşanacak bir şey kalır mıydı.
 Öyleyse yakınmalar, yani tekerlekli sandalye öfkeleriyle yılanlar yakalanamazdı. Hazlar bekleyebilirdi. Dudak ezilmeyi, kulak fısıldanmayı, el okşamayı bekleyebilirdi.
Dünyanın bu tarafındakilerin kendine zamanı yoktu. Ne şiir yazacak, ne kumsal voltaları atacak kadar hürdüler. Öyle ahım şahım fikirlerde üfürmüyorlardı.
Zaten öyle şeyler oluyorduki, halkın selamlaşmaları dahi fazla görülür olmuştu.
Mesele bir vitrin önünde, öyle uzun boylu sohbet yapmak, kitabi yada imali konuşmak çoktan rejim suçları arasına alınmıştı.
Dünyanın bu tarafın da kelimeler bile çok görülmüştü cümlelere. 'Susun!' diyorlardı. 'Yoksa son kelimenize kadar alırız', diyorlardı!..
İsimlerine yasaklar koymuşlardı. Şimdi her birinin adı aynıydı. Türklerin Gelibolu savaşındaki Mehmetleri gibi.
Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi