MENÜ
Erzurum 15°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (17)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
9 Nisan 2009 Perşembe

Çeçenya ah Çeçenya... (17)

Hasan tamam mı?.. Orada sadece bekleyeceksin... Katırları, damlara paylaştırma işini Halam halleder... Savaşçı Umran,  benimle Ezikhoy tarafına gelecek. Her şey anlaşıldı mı arkadaşlar?..

 Herkes 'anlaşıldı' diye, tekmil verdi.
Hasan gülümsüyordu, bu yüzden Tahir ona takılmadan edemedi.

 - Hadi yine Anne'ne gidiyorsun!..

  - Zaten de çok özlemiştim... Dedi, Hasan.

 Sonra;

 - Hasan'ın dört beş hayvanı tek başına sevk etmesi, zor olmayacak mı?  Diye sordu, Umran.
 
 - Sadece dağdaki patika ve akabelere has olmak üzere, koz vadisine kadar Uruz timinden iki savaşçı refakat edecek. Bu iş tek başına başaracak. Özellikle dere geçerken yada muhtemel kurt sataşmalarında tek başına zor olacağı kesin ama bu işi tek başına başaracak...

 Tahir hala Hasan'a takılıyordu. Hasan'a atfen;
 
 - Dua ette perşembeye ay ışığı olsun. Hele birde gündüz sıcak olmuşsa, Kara Dere'den geçişte sesini hayli kurt duyar!..

 Hasan, çoktan havalara girmişti. Belki ilk kez, tek başına görev almanın sevinci ve gururu içindeydi. Babürşah kolay kolay kimseye tek başına görevler vermezdi. Zaten şimdiye kadar, gerek baskın, gerek ikmal sevkıyatlarında hep uzak koruma ve kollama görevleri yapmış, en ciddi görevi taciz atışları seviyesinde kalmıştı.
Tahir, ona en yakın yaşta olan arkadaşıydı. Bu arada herkes, belki Babürşah dahi, Hasan'ın ne söyleyeceğini merak ediyordu. Hasan, şöyle bir etrafını süzüp, ayağa kalkmıştı. Kalpağını alnına doğru iteklerken;
 
 - Toga yolundaki kara ayıların, özellikle dişilerinin ormana adam kaldırdıklarını duymuştum. Dikkat edin de, altı gidip beş dönmeyesiniz. Benim tarafımda hiç değilse silah kullanmak serbest ama sizin değil silah kullanmak dal kırmanız bile yasak. Ruslar'ın en ufak sese helikopter kaldırdıkları da cabası. Babür ağam şunların tüfeklerini de vermesen iyi olur ya, hani. Bakarsın biri korkup, düşman diye çalılara ateş falan eder ne bileyim, iş zayi olur.
 Gülüşmeler oldu. Ömer, Hasan'ın başını kolu altına alarak onu incitmeden sağa sola salladı.
 
 - Biz çıkınca iki gün yatacaksın ha, ana kuzusu!.. Dönüşümüzde mağarayı pırıl pırıl temizlenmiş olarak isterim. Bizimle gelmediğin için de çok sevinmemelisin. Geshi tarafı kızları çok güzel olur, bak. Demedi deme sakın!..  Şöyle uzun boylu, kara gözlü, daha neler neler. Ya!.. Şimdi anladın mı neler kaçırdığını!..
 
 Hasan kimsesizdi. Anneden Babadan hatırlayamadığı bir zamandan beridir yetimdi. Karasu yöresinden on on iki yaşlarında katılmıştı cepheye. Dağistan'da yakın akrabaları olduğunu duymuştu fakat kimseyi tanımıyordu.
O, bu yöreye geldiğinden bu yana Halime hatun tarafından adeta öz oğluymuş gibi bakılmış ve büyütülmüştü. Hele hasta olunca yada üzüntülü hallerinde,
Halime haladan gördüğü şefkat ve bakım, O'nu iyiden iyiye sadık bir evlat yapmıştı o kapıya. O yüzden 'Ana' diyordu Halime halaya. Çoğu kimsede, Hasan'ın Halime Halanın oğlu olduğuna alıştırmıştı kendini. Bu yüzden istediği zaman köye iner, rahat rahat dolaşır ve gerektiğinde Babürşah'a ait misafir evinde kalırdı. Yıllar var ki köyden biri olmuştu Hasan. Bazen kendisini tanıtması icabettiği hallerde; ' Salurlu Hasan' , ' Halime Aliyeva'nın oğlu' demez miydi, bu herkesi duygulandırırdı...
     Saat dokuz sularında, Toga gurubu 'görev' için mağaradan ayrıldı.
Babürşah ve Umran'da, Ezikhoy'a gitmek üzere birtakım hazırlıklar yaptılar. Azık  tozuk, dürbün tamiri, alternatif yollar ve risklerin konuşulması derken, ancak saat ona doğru yola çıkabildiler.
Dağda kesif bir sis hakimdi. Üç beş metre ötelerini ancak görebiliyorlardı. Hatta zaman zaman sis o kadar yoğunlaşıyordu ki, adeta parmak gözü bulamıyordu. El fenerleri yardımıyla ve mahal benzeterek ilerliyorlardı.
Zirvelerden inerken, bir adım sonrası dipsiz su kuyuları gibi görünüyordu. Bu yüzden daha emniyetli patikaları takip ediyorlardı. Yol uzuyordu ama aşağı kotlara inildikçe biraz daha etkisi azalacaktı sisin.
Aslında bu tip sisli havalar, dağ fırınlarının dumanlarını saklanması bakımından çoğu zaman aranan hava olaylarından sayılırdı.
Çok zaruri olmadıkça, haftalarca yetecek ekmek bu çeşitten havalarda pişirilir ve stoklanırdı. Mağaralarda ısınma problemi yaşanmazdı. Dağ içine doğru uzanan mağaralar yazın serin, kışın tabii bir sıcaklıkta olurdu. Ancak, kendileri gibi bazı timlere ait mağaralar, zirvelere yakın ve fazla derin olmadıkları için, ister istemez varilden çevirme iri odun sobalar kullanılarak ısıtılırdı. Havada duman izinin sakıncalı olduğu dönemlerde, zaten tüm timler aşağı kotlara iner, derin  kanyonlardaki mağaralara çekilirdi.

 Köylere ait mahal kotlarında sis tamamen dağılmıştı.
Dağ eteklerinden inince, kar örtüsündeki güney güneşinin etkiside yok denecek kadar azdı.
Ortalık nispeten seçilmeye başlamıştı. İyice alışmışlardı karanlığa. Sessizlik dağ kadar ürkütücü değildi artık. Hatta bazı derelerde, buz altından lıkır lıkır su sesi duyuluyordu.
Dağ tarafından hafif bir rüzgar esiyordu. Alabildiğine avazlarıyla uluyan kurtlar, bazen çok yakınlarına kadar sokulup, nefes nefese dalaşıyorlardı. Göğün o muhteşem mavi teninde, güneyden taraf ağır ritimleriyle gri bulutlar kayıyordu. Kurt sesleri ve bulut kaymaları dışında derin bir sükut vardı tabiatta. Tamda insanın içindeki türden bir sükut...
Yerler don olunca, yürümeleri daha kolay oluyordu. Nefes aldıkça sarma tütün dumanı üflüyor gibi tütüyorlardı.
 Umran, sığınaklarının balkonu diye ad koyduğu mağara girişinde ki düşüncelerine geri döndü. Kerim'le geçirilen günler, O'nun son günleri, son sohbetler, gömülüş derken birazda duygulandı tabi. Birkaç kez yutkundu.
Onun ölümünden sonraki günler artık yaşanmaz derken, başka gaileler sarmıştı başını. Arkadaşının ölümünün birinci haftasında, O'nu Dargo,Tarek arasındaki savaşçılarının başına, Gudernes-Shali hattı komutan yardımcılığına getirmek istemişler, ancak henüz bu göreve hazır olmadığını beyan ederek bu sorumluluğu kabul etmemişti.

 Bir sıra savaşçısı olarak,  "  git, yap ve gel!" denildiği cihette,  "  gittim, yaptım ve geldim!" diyebilen tim kademesinde savaşmak, ayrı bir haz ve ümit veriyordu O'na. Meçhul asker olmak, zamanı hovardaca harcama zaafına karşı en büyük kozdu. Sevmediği bir sürü hamut süsü türünden kelime vardı ya; " …gelecekte!.." " …elbet bir gün!.." " …yarın kısmetse!.." Gibi, bugünü ipotek altına alan hiçbir kelimeyi sevmiyordu.
Hayat hep 'şimdilerde' yaşanıyordu. Ölüm zamanı da, bir 'şimdi' vakti çatmıyor muydu!
Şimdiyi yaşamaktan korkanlar, garantili yaşama tamahı adına ördükleri kozaları içinde çürüyerek ölenlerdi.
Her gün düne gebe doğunca, aslında salt yaşama diye bir özgelik kalmıyordu elde.  

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi