MENÜ
Erzurum 16°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (15)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
6 Nisan 2009 Pazartesi

Çeçenya ah Çeçenya... (15)

Derin bir nefes aldı. Dudakları kıpırdadı ama ne söylediğini kendide anlamadı. Bir süre öylece baktı. Yavaş yavaş dalıyordu. Rehaveti arttıkça, tatlı bir huzur çöküyordu içine. Sakinleşiyordu.
İçinde, kaç zamandır garip kıpırtılar hissediyordu. Bazı derinlikler vardı, kaç zamandır. Çözemiyordu ama vardı. Sis gibi, merak gibi birşey... Dalıyordu...
Tekrar çok uzaklara, daha uzaklara çevirdi başını. Uzaklar, artık yorganı gibiydi hissiyatının...
Son günlerde yalnızlık ve içine kapanma hazzı belli belirsiz abanır olmuştu böyle. Önceleri hiçte öyle, aman aman  dağa, suya, ormana takılmazken, şimdilerde gözleri her fırsatı değerlendirir olmuştu. Kuşların ormanla, ormanın şelaleyle, şelalenin dağlarla, dağın bulutlarla dilini anlar olmuştu.
Bir şeyler kaybolmuştu da arıyor gibiydi gözleri. Bakışlar, bazen bazen ufukta mezar kazıyor, büyülü muratlar gömüyordu.
Bazen içi kıpır kıpır oluyordu, kuşlar yuva yapmak için dal taşıyordu yüreğine, o zaman dağlardaki pusu kendi üflemiş gibi efkarlanıyordu. Önce ürpertilerin eşlik ettiği belli belirsiz bir heyecan, ardından dağ dumanı gibi dalgın geçen saatlere anlam veremedikçe, hep katırı çaldığı(!) köye kayıyordu gözleri... Sanki orada bir şeyi kalmıştı. Okul yıllarındaki sınav rüyaları gibi. Kalemini mi unutmuştu yine nedir?.. 
Ovaya doğru arkasını döndükçe 'gar vedası'na benzer bir his, onu yakmaya başlıyordu.
Dudakları habire mektup yazıyordu. Tecrit ufkuna musallat olduğu şiir, olanca hazzıyla teselli veriyordu. Bu hisleri tanımıyordu ama onlar hep onunlaymış gibi yüreğine aşinaydılar. Hele gönlünü çokça, en kuytularından tanıyorlardı...
Hep aynı havada yola çıkıyorlardı. Yağmurlu bir havada kaygan patikalar seçip, yamaç çıkan savaşçılar gibi.
Kelimelerin ayağı kayıyordu;

"...

Sokaklara benzer dudakların.
Sabah uykusunda,  sarhoş sokaklara.
Yalnız, serin ve dalgın.
Yüreğimle değilse kiminledir savaşın?
Sen yinede üzülme!
Avucunda sıktığın her taş başıma kalsın...

Bu nefes  belli ki senin
Dağ soğurtur, haz soğutur.
Şu kuştan küsen göl, senin mi gamzelerin?
Kanat yıkanır,  kaval yorulur...
Bu baht bildiğim bahtsa, solgun ve yorgun; 
Ne sana kavuşan olur, ne senin kavuştuğun!.."

 dedi ki, cümlelere karıştı şiir. Nehrin göle karışması gibi. Bu adressiz hisler,  onu soluksuz bırakıyordu. "Korkarım bu kan kuğunun!.." Diyemedi… Mum alevinde kahve pişirecek kadar sabırlı değildi!.. Ad koyması zordu hale. Dağın eteklerine bakıyor, köyü buluyor, sokağı buluyor, 'o'nu bulamıyordu. Yüzleşeceği sır sığmıyordu yüreğine. Bu iş gölgelerle güneşi el sıkıştırmak kadar zordu…
 Bu hisler çağlayan kenarına sıçrayan sular gibi ıslatmıştı onu. Tanımıyordu böyle halleri. Adeta çiçek toplarken, kurşun yemişti. " Kimdi!?.." diye sordukça, köye inip onu arar oluyordu gözleri.
Hazzı acıydı bu hislerin. Namluya sürülmüş mermi kadar telaşlıydı. Geri dönemiyordu. Irmağa inmişti bir kez mehtap. Soyunmuş yıkanıyordu. İşte ona bakıyordu göz, ummadan. Ama biri türbeye haber veriyordu günahı. Üvey düşüyordu, sevdasına... Silah sesini hatırlamak için öksürüyordu.
Bu duygular birazda kurtlara benziyordu. Çocukluğundaki masal kurtlarını çoktan öldürmüştü. Şimdi beş duyudan altı yöne küskün bir kelebek sırtında, gezgin gibiydi. Her şeye nispette ve her şeye nispeten.
Canı sıkılıyordu… Biri yerde yakamadığı mumu güneşe uzatmıştı. Yakına ölüp, uzağa düşüyordu. Yollara düşmüştü işte, hüzünden efkara doğru. Bu yolculuk  firara benziyordu.
Bu yol yalnızlığın seccadesi gibiydi. Artık her şeye isyan halindeydi. Akıllılığa da, duaya da, şaraba da!.. Yetim hissettiği anlar olmuştu da, bu denli uzun müebbetlerle başbaşa kalmamıştı. Fikir müebbedi olan baş için, taştan başka yastık haramdı. Öyleyse kim kimi sorguluyordu? İçindeki acıyan kimdi, acıtan kim? İtirazlar sevda mahreçliydi.
Daha daha geç olmadan 'Kerem'in kitabını okumaktan vazgeçmeliydi. Duyguları fikir olmadan, kestane fideleri gibi kesmeliydi beklide. Bu çukurları hangi yağmurlar doldurmuştu. Masum ve mahzun su birikintilerde, sonra sonra kurbağalar yumurtlayacak, sonra sonra zehirli dilleriyle yılanlar basacaktı. Nasıl olsa iribaşlara değmez diye taş atıp duran çocuk gibiydi. Şimdi çukurlar taş mı dolmuştu nedir?.. 
Gamzelere yağan yağmur gözyaşı kadar ılıktı, bulanık su kadar mendile aşina, rüzgar kadar toza aşıktı…  Bu sefer belli ki yalnız vurulmuştu…
Saat beş sularında Babürşah çıkageldi. Kalın ve daha ziyade kale borusunu andıran sesiyle, O'na seslendiğini geç farkedebildi. Mağaraya ulaşan patika yolu bitirmiş, ona doğru geliyordu.
 Başını kulak hizasına kadar yaka kürküne gömmüş, kalpağını kaş seviyesine indirmiş halde, ancak gözleri görünüyordu.
- Ne o Umran kardaşım! Patikadan çıkalı beri sana bakıyorum. Dalgın bir kurt gibisin. Söyle bakalım, ne var aşağılarda böyle!?..

- Kim bilir, belki de annemi özledim!..
-  Ya!.. Benim kadar mı acep?..

-   !?..
 
? Bozuksun belli ki. Bana aldırma istersen, anlatmak istersen, beraber uzaklara bakabiliriz. Yorgunluğumuzda var tabii. Epeydir bende köye inemedim. Kardeşim, Halam merak içindedirler. Ama bu sefer seni de köye götüreceğim. Köy başka olur kışın.  Evde sıcak bir çorba içer, bol bol konuşuruz. Dedim ya köy başkadır;  Anne desen anne, vatan desen vatan, arkadaş desen arkadaş!..
Babürşah'ın köye inme teklifi, Umran'ı içten içe hayli sevindirmeye yetti. Gözleri parladı. Ani ve hoş bir haber almış kadar kaşlarını çattı. Ürperdi. Hatta günlerden beri ilk kez gülümsedi.
Sanki korkularıyla tanışacakmış gibi bir his çoktü yüreğine. Hayaller fırsat bu fırsat işe koyuldu. Nihayet, yorgun ve terli bir at üzerinde, gönül adını verdiği sokağa daldı. Emanet verecekmişçesine pencerelere bakmaya başladı. Gece çerçeveli, gönül zarından camları olan bir pencere önünde durdu. Tıkladı...
 Habire gülümsüyordu. Bu fikir çok hoştu. Babürşah'tan soramazdı ama katırı aldığı ahırdan hareketle kimin nesi olduğunu öğrenebilecekti. Bütün bunları düşünürken, bir yandan da arkadaşından habersiz yapılan bu plandan dolayı utanır gibi olmuştu. Ama şu aşamada, O'na bu sıkıntısından bahsetmek çok çok erkendi. Kız, bağlı da olabilir di.
 O zaman bu hisleri zaten kül gibi rüzgara savurmayacak mıydı!..

Bu meyanda, ikisi de uçurum kenarına çökmüş, sonsuzluk hissi veren ufka doğru bakmaya başlamışlardı.
   
- Bak, dedi Babürşah;
 
-  Bende kapıldım farkında olmadan. Bakmamak lazım. Uzaklar, hele bir alıştın mı, kendi elinle kendinde yara açmak gibi birşeydir. Gerçekten gardiyan gibidir bu ufuklar. Baktıkça cezan artar, gün gelir müebbet eder insanı. Gel boşverelim bu işi. Seni az günde çok tanıdım. Boş ver, uzaklarda hele bu ufuklarda murat yoktur... Gel bir gün, buraya bir makineli tüfek kurup alabildiğine ateş edelim!..
-  Kavuşturabilir miyiz dersin?
-  !?..  Birer sigara içelim mi?
-  Bende yok, sen de?
-  Bende de yok!
-  Bak gördün mü, ufka ateş edelim derken sigara arar olduk!..
İkisi de bu espriye güldü. Babürşah ayağa kalkarken  " hadi!" dedi, 
-  Bu iş bize göre değil, becereceğimiz işlere bakalım artık!..

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi