MENÜ
Erzurum 16°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (12)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
2 Nisan 2009 Perşembe

Çeçenya ah Çeçenya... (12)

Kimse en ufak bir tepkide bulunmadı. Herkes ne deniyorsa onu yapmıştı. 'Yürü' dediler yürüdü, 'dur' dediler durdular. Ama kimse gülümsemedi. Her birinin yüreği köy mezarlığı gibiydi. Askerlerden bazıları votkalıydı. Bazılarınınsa gözleri kayık ve anlamsızdı. Gülüşleri, ciddiyetleri tam bir deyyus tasviri şeklindeydi. Zaman zaman genç kızlara akvaryumdaki balıklar gibi bakıyorlardı. Bazen biri diğerini dürtükleyip kızın birini işaret ettikçe, köylüden farkedenler mezar taşlarını ısıracak oluyorlardı. Öfkeleniyor ama sakin kalmaya çalışıyorlardı.
Yine de zor zaptettiler öfkelerini. Odunlukta alev saklıyorlardı adeta... Susuyorlardı… Bu öyle bir suskunluktu ki; ancak tarih bu gizemi anlayabilirdi... Bu suskunluk yalnızlık kadar giz bir tedirginlik içindeydi. Herkes içini dövüyordu.
Zühre bir ara insanlarını tek tek tahlil edip, vakti geçirmeye çalışmıştı. Her birinin yüzüne Çeçenya'nın haritasına bakar gibi bakmıştı. Alın çizgileri o kadar derindi ki, vadilerle nehirler gibiydiler. Herkes, alın çizgilerine benzer ayrı bir vadide; membası ezel mansabı ebed olan moralsiz sulara benziyordu.
 Mutlaka bir kader vardı. Bir kader vardı, mendil batırıp dudaklarını ıslattıkları.
Yol bekleyen, toz kaçmış yorgun gözlerden kuru dudaklara inen bir kader elbet vardı... Anlaşılmıyordu ya, neyse!.. Genç kız mendileriydi bunlar. Kız suyuna batırılmış mendiller tarih sayfalarıydı!.. Bazen sıcak ve kuru, bazen soğuk ve ıslak. Hangini sürersen sür, yazı kara ve derindi. Hiçbir zaman da silinesi olmayacaktı...
Zıtlarıyla kaim bir dünyada, ne kuruya, ne ıslağa benzemeyen bu  düşman karşısındaydılar. Düşman olarak hiçbir özellikleri yoktu. Amorf ve benizsizdiler.
Bu yüzden insanların yüzlerinde toprak öğüten değirmenci ifadeleri vardı.
Çocuklar, olanı biteni ekşi erik yer gibi yaşıyorlardı. Neşenin yükü ağır, yolu uzundu. Neşe için daha kim bilir neleri unutmalıydılar. Unutulacak kadar önemsiz ne kalmıştı ki hayatlarında. Yada önemliyi unutacak kadar kim akıllıydı? Testereyi demire sürten aklın umurunda mıydı neşe? Akıl hep taze avlarla beslenmez miydi? Kurt kuzuya saldırmıştı da, çoban 'eyvah!' demişti; 'Süleyman peygamber ölmüştü işte!..' İnsaf ve merhametin ölümü gibi... Bu kaçıncı Süleyman ölüyordu dünyada!..
 Babür birgün demişti ki;  acıyarak tatlanır meyveler. Huzurun kazanılması da kaybedilmesi de , 'ne misli' acı çekmişlikle orantılıydı. Bu yıllar, kuzularına kurtlar saldırsa bile, bu güzel ülkenin her kuzusunun ayrı bir Süleyman'ı vardı... Sevgileri, merminin hedefe olduğundan daha büyüktü. Bu yüzden, herkes kendine yaslıydı. Yaslanarak düşmeyenler, hayatı ıskalamayacaklardı.
O gün köylülerin her biri birer kalabalık gibi durmuştu. Bu çok gurur verici olmuştu. Düşmansa onca şatafatı ve tek tip kalabalığına nispet,  firavunlar gibi yalnızdı. Haramilere adres sora sora ülkelerine gelmişler ama yakışmamışlardı. Birde Çeçenya denen kartalı boyamaya çalışıyorlardı. Hiç kartal tüyü boya tutar mıydı?
Çeçenya'yı yağmur yıkar, bulut silmez miydi!..
Dünya planında yalnızdılar işte. Plastik mankenlere benziyordu ülkeler. Cilalaya cilalaya vitrine çıkardıkları yönetenler ile yönetilenler arasındaki fark, sürüngenler ile sürünenler arasındaki fark yanında bile onursuz kalıyordu. Renk renk dev el eleydi...
Çocuk uyumuş masal yalnız kalmıştı. Bu yalnızlık elbet yenilecekti. Çünkü çehreleri haritalara benziyordu Çeçenlerin. Şimdi yalnızlık mislinde kalabalıktılar. Bu yalnızlık sevgiydi. İşte dağ dağ olmuşlardı, siper diye emperyalizme. Ellerden işaret parmaklarına, çatık kaşlardan tebessüme yol bulmuşlardı...
Halime kadın gelince, kaşlarını ovalayarak günü düşünmekten vazgeçti. Hala hayli neşeliydi. Yorgundu ama her zamanki çabukluğuyla merdivenleri ikişer üçer çıkmıştı yine. Zühre'ye göre daha esmerce, orta boylarda, burun üzerindeki çilleri yeğeninkiyle aynıydı. Onları ilk gören, anne kız olarak düşünebilirdi. Zühre, Halasına göre daha uzun ve zayıftı. Solgun, adeta  beyaz duman rengini andıran yüzü, ateş önünde otursa bile kızarmazdı. Zaten onu ilk görenin hasta zannetmeside bu yüzdendi. Gri gözleri, hafif çıkıntılı şakakları, kahve tonundaki kısa saçları ve hafif kıvrımlı üst dudağının ünlemi gibi duran yanak çizgilerinin yumuşak kavisleri, onun en bariz ayırımlarıydı... Annesinden ziyade Halasına benzemesi de, bu özelliklerden kaynaklanırdı zaten. Halime kadın, bu uçuk benizli yeğeninin kendine benzemesinden dolayı çok mutlu olur, canından çok sevdiği yeğenini kana cana getirmek adına, aramadığı çare,  içirmediği ot, şurup kalmazdı...
Akşam olmuştu, işte. Ufuk, yine insan damarlarındaki maviliğe bürünmüştü. Bu renk, bu diyarlara ne de güzel yakışırdı... Gece ne de güzel olurdu Çeçen Dağlarında.
Renk olamayan ne varsa, sızacak damar arardı... Karanlık mağrur ve yavaş yavaş, o esrar üfürüğü bulutlar arasından ağır ağır iner, salına salına bir Çeçen güzeli kadar gözlere abanırdı...
Yine bir Çeçen diyarı gecesine ait koyulukla, özellikle özge ve mahsus olarak gözlerine çökmüştü karanlık... 'Gece mavisi' karanlığı…
Gece ile mavi aynı masada baş başa vermişlerse, al başına belayı!.. Kahve fincana yapışır, ateş sigaraya musallat olur, parmaklar şakaklara merhem sürer, yüreğe silah doğrulturdu tebessümler... Araki bulasın yatağını soğutan meltemi… Taş aradığın kumsalda, ancak bakışlar ulaşırdı ufkun camlarına. Sanırsın bekleyeni olmayan Caspian'ın köpükleridir, sandala aç rüzgara kızgın!..
 Kalemin ucu kırıktı ya nasılsa, ışığa ne hacet vardı!.. Yorularak yaşamayla, yaşayarak yorulmak arasındaki fark kadardı, huzurla diğerleri arasındaki fark.
Bir yüreğin iki ciğeri...
"- Ne anlatıyorsun deli kız!.." Diye, gülümsedi kendi kendine. Hani, diri diri gömülen kız çocuklarına; suçunuz neydi diye sorulduğunda, verecekleri cevaplara benziyordu kendisindekiler... Aynıydı...  Dünyanın bu tarafında rüzgarlar genç kızların saçlarına doğru esiyordu. Gözlerine toz kaçması neyse, toza gömülmek oydu. Bütün bir dünya küresini, altın top gibi avucuna koysalardı bedel diye, tartar mıydı bu vebalin tek damla gözyaşını. Kızlar kelebek kanatlarına yazıyordu dilekçelerini. Kızlar Meryem'in avucundaki 'az' kadardı. Ne söyleyebilirler diki?.. Kelebekler nazlanırsa yakalanırlardı. Kızlar kelebeklere benziyordu şimdi. Kızların yaşaması gereken yıllar, yavuklu mendili gibi suya düşmüştü. Kızlar gece mavisine benziyordu bu yüzden. Artık kızlar, duman rengi bulutlar arkasında mavi yıldızlar gibiydiler. Bu kader için, önce onlar öfkeliydi. Saçlarıyla tüfek namlusu temizliyorlardı. Savaş kadınlara yaslanmıştı bir kez. Bu savaş zor biterdi. Kadınlara yaslanan savaş 'son düşen' e  kadar sürerdi.
- Hala! dedi. Sesi kısık ve buğuluydu. İçini çekti. Devamla;
- Sigara içelim mi Hala?..
- Kaç sefer diyorum kız! İçme şu dumanı. Bak şu haline!.. Vay seni alana!.. Amaaan!.. Sigaraya benziyorsun zaten, senin neyine duman?..
Hala'nın benzetmesi hoşuna gitti ki, gülmeye başladı, Zühre... O kadar ki kahkaha attı. Hala'sının yanaklarını elleri arasına aldı. Sonra öptü.
- Hiç böyle Hala olur mu?..  Hala söyle hele, bana damat seçtin mi yoksa?..
 - !?..  Bilmem ki! Aklımda bir şeyler var amma!.. Amma sana güven olmaz ki,  yarı yolda bırakırsın insanı! Aman sana karışmam, karışmam!..
-  Hala acep Annem sağ mıdır? Dört yılı aştı, dörtyüz yüz yıl gibi... Biliyor musun yüzünü unutuyorum. Sık sık çıkarıp fotoğraflarına bakmazsam…
Konuşamadı daha fazla. Gözleri sönükleşti, ıslandı. Sonra her zamanki  gibi bir iki gözyaşı damladı yanaklarına. O düşürdü, Halası sildi. Başını göğsüne sıkıştırdı. Saçlarını okşadı.
- Sen hala çocuksun Zührem. Senin annen benim a kız!.. Alevi ovalama artık. İnsan ancak akıbeti için ağlar, ruhsat budur. Sen damlama ki, savaşçılarımızın suyu bitmesin. Yüzünü savaşımıza, fedailerimize çevir. Onlara bak bir kez... Ne ana, ne baba , ne yar, ne ocak... Kimsesiz, el kapısında, taş dibinde ölüyorlar. Yüzünü onlara çevir. Bak, dağ dağ olmuşlar. Her biri bir anadan, her birinde bir ana, her birinin göğüs kılları mezarlık otları gibi. Göz yaşı bile onları yeşertmez!.. Bize adanacağımız yıllar reva görülmüş. Biz buyuz... Rüzgar sesinden ninni olmaz. Gayrı yaşayanlar kadar yaşayacağız. Gülüm benim, hadi kalk… Yarın gece erzak katırları gelir. Hazırlığa başlamalıyız.  
- Tamam Hala, dedi Zühre.
- Biraz daha oturalım. Nasılsa vaktimiz var...
 Bir süre öylece sustular.  Sonra yeniden, gündüz olanların bahsine geçip, uzunca bir süre mütelaa ettiler...
Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar
 yaşar serdar
 2 Nisan 2009 Perşembe 23:57
yazınız çok güzel beğendim.teşşekürler... çektirdiğiniz fotoğrafta elinizde sigara içer görüntüsü olarak algılanan kalemli fotoğrafı değiştirirseniz dahaiyi olur kanaatindeyim.. yinede taktir sizin selam ve saygılar..
Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi