MENÜ
Erzurum 16°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (20)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
13 Nisan 2009 Pazartesi

Çeçenya ah Çeçenya... (20)

Her şey bir anda sımsıcak olmuştu. Babürşah biraz da şaka yollu, nineye atfen;
- Öksürsek dışardan duyulmaz değil mi Ana?.. Diye sordu.
- Yok oğul, burası içten içe. Kimse ne öksürüğünüzü, ne konuşmalarınızı duyar. Rahat edin. Ne konuşacaksanız konuşun, zaten ben size çay, kahvaltılık bir şeyler verip odaya çıkacağım...
- Nine bize kahvaltı verme. Sadece, varsa birer çay içeriz. Karnımız tok.
- Peki oğullarım, o zaman kahvaltı daha sonra yaparsınız...
Dedi, az sonrada biraz evvel tandırdan çıkardığı  kaynar sudan demlediği çayı, tepsi içinde yanlarına bıraktı;
- Namaz kılarsanız hela ve musluk ambarın yanındaki kapıdan girince… Dinlenin ha!.. İhtiyaç olursa, bana 'Keyik ana' diye seslenin...
Babürşah, tekrar ısrarla sordu;
- Ana kimin kimsen yok mu?.. Niye yalnızsın?..
Keyik ana gülümseyerek durdu;
- Keyik ananızın aslanlar gibi, size benzeyen iki oğlu var. İkiside Grozny'dedir. Biri ana dilleri öğretmeni, diğeri devlet kütüphanesinde çalışır. Bir Kızım burada iki sokak ötede oturur. Boy boy torunlarım var. Giderler gelirler. Ben bir türlü kopamadım işte oğul. En yaşlının kökü en derindedir. Mezarlarımdan kopamadım bir türlü. Epeydir, alıştık artık… Bizim derdimiz artık sizlersiniz…Genç ve erken ölmeye mecbur olanlar… Neyse neyse… 
Nine bu arada ıslak çorap ve postalları silerek tandır demirine astı. Sonra da tandır başına açılan sokak pencereli  odaya girip, kapısını örttü.
Keyik ana gidince, bir süre öylece sohbet ettiler. Evden, nineden,  günün ve gecenin planları üzerine fikir yürüttüler.
Tandırdan vücutlarına yayılan sıcağın verdiği rehavet ve çayın soğuk vücutlarındaki ürpertileri uykularını getirmeye yetmişti. Önce Babürşah'ın uyumasına karar verdiler. Babür hemen uykuya geçdi. Pos bıyıklarının donu çözülmüş, su damlıyordu. Hala yüzü gözü ıslak ıslaktı. Hafif uzatılmış sakalı, gür kaşları ve geniş alnıyla uyurken dahi heybetli ve kendine hakimdi. Yüzünde uykunun sükutundan ziyade gaile ve hırs hakimdi. Bazen başını bir engele çarpmış gibi yüzünü ekşitiyor, homurtularla yutkunuyordu.
Umran bir süre arkadaşını gözledi. Ama oda daha fazla dayanamadı.
Bir süre sonra bembeyaz bir atın üzerinde, yüreğinden başka yükü olmadan Salur'a doğru yola çıkmıştı bile…

* * *
Kuşluk sularında, evin sokağa açılan pencereli odasında, kahvaltı yapıyorlardı. Keyik ana saatler sonra onları tandır kenarında öylece uyurken bulmuş, uyandırmaya kıyamamıştı. Yorgun olmalıydılar. Hele Güney Kafkasların kamplarındandıysalar, uzun bir yol gelmiş olmalıydılar. Kasabaya gelme nedenlerinden ziyade kasabadan çıkacakları, tekrar ne zahmetler çekeceklerini düşünüyordu. Öyle ya,  dağlara doğru yürümek yokuş demekti, zahmet demekti, sıkıntı ve kolay av olmak demekti. Kış hala etkili, mübarek Kafkaslardan esen Sazak hala dondurucuydu. Buzları incelmiş sulardan geçmek, dik yamaçların kaygan zemininde tutunmak bir yana, yürümek bile tam bir kararlılık ve özen isterdi. Bir keresinde kış odunu için çıktıkları eteklerde, güz tipisinde  kervanlarını nasıl kaybettiklerini, sonra iki ırgatın yollarını kaybedip donduklarını hiç unutamamıştı.
Belki elli yıllık olan ahşap yer sofrasında tam bir ziyafet vardı. Keyik ananın sabah sağdığı taze sütle doldurduğu bakır ibrik, belli ki onlar için indirilmişti terekten. Taze koyun peyniri, lor, yaban elması reçeli ve bal… Keyik ana gerçek bir ana şefkatiyle; şundan da yiyin, şu sıcak tutar, bu tok tutar diye durmadan ısrar ediyor, arada birde sobayı ve kapağından taşan uzun odunları yerleştirmeye çalışıyordu. Aylar var ki, ikisi de böyle kahvaltı yapmamışlardı.
Babür ıslak bıyıklarını silerken hüzünlenecekmiş gibi bir hava çökmüştü yüzüne. Gözlerini kısmış, sanki bir şeyler sıkıyordu. Umran; dişlerini de sıkarsa tamamdır diye onu izlemeye başlamıştı. O birazdan gözlerini iyice kısacak, beti benzi atmış halde kaskatı kesilip bulabildiği en sert şeylere vurmaya başlayacaktı. Bu hal Keyik anayı korkutabilir yada üzebilirdi. Hali yumuşatmak adına öylesine, havadan sudan konuşmaya başladı.
Keyik ana odadan çıkınca Babür ayağı kalkmış, uzunca saçları arasında ellerini dolaştırarak tavana bakmaya başlamıştı bile. Bir ara kovadan aldığı kalın bir mazı dalını kenger sapı gibi kırıp kırıp sobaya attı. Bir iki üç derken, odunlar tek tek iki parça olmaya başlamıştı. Umran, iş işten geçmeden sakin ve bir mendil yumuşaklığıyla ona latife yapmayı denedi;
- Bu işi en baştan yapsaydın da, Keyik ana onları sobaya sokmak için o kadar uğraşmasaydı bari.
- ?!..
- Sabah sabah sana dert olan nedir, Komutan? Biz buraya yük almaya geldik, yük olmaya değil. Bak gece ne kadar zorlanacağız diye düşünürken, şimdi ne kadar iyi durumda ve sonuç alma şansı bulduk.
Şartları zorlayarak değil, zorun şartlarını değerlendirme zamanı. Kolay bize göre değil ki, niye sinirleniyorsun.
Bu şehir acı çekmezse, şu ırmak kurumazsa bizim ne işimiz olacakki buralarda!.. Bizde, dünyaya karışıp yaşar giderdik o zaman.
Keyik ananın yanlızlığı kalabalık yanlızlığıdır. Çeçenya gibi. Sana dokunmasın, bana batmasın. Bataklık sazları böyle böyle kaval olur. Kimi koparır, kimi keser, kimi ağzını burnunu deler, kimi yakar. Ama sonuçta ses olur, çağrı olur sazlar...  Ev, yastık, sıcak soba sıcağında terleyecek kadar rehavete karşı içimizde dağ, taş, soğuk, tedirginlik denen yaşanmış ve alışılmış tezatlarımız var. Her şey  tezadı ölçüsünde ayrı bir huzur olmasaydı, biz savaşçı olabilirmiydik... Bırak hangisinin yeli kuvvetliyse, diğerini kaderin külü gibi savursun dursun. Herkesin bir 'Rabbı' var... Onun yerine niye düşünelim ki!.. Acıya, esarete, hastaya acımaktan bize ne(!)...  Şarkı sevgiliyi, helal günahı ıskalar. Ölçülüleri ıskalıyorsun Komutan... Antik tanrılarda böyle yapardı; insanlar ölümlü diye, onları kıskanırlardı.
Komutanların buzunu nefes çözer. Onlar yeşertmek için çözülür;

"…

Dua ihtiyar sucu,
Baht kapısında yaşlanır.
İsyan tuz taşır, çöl Şamil diye nam salar.
Deli bir fikir bela için aranır
Ne veda şarkıya sığar, ne ateş suya katlanır

 Avuçlara benzeyen çiçek, umut
    değil midir?
 O dediğin kader, sen dediğin cilvesi
     değil midir?
 Bahta kızma, aşk  suçunun annesi Meryem
      değil midir?
 İsmail de olsa,  fikre adanacak can bizim
      değil midir?
 


Hadi sende!..
Sende kurumuş diye şarap mı dökersin bu bahçeye?
Önce  Adem'e sor cenneti, sonra yasak meyveye...
Sonra da, ya yukarı bak, ya yere
Hele bak ki Rab neye benzer,  bizler neye?

- Umran!.. Dedi Babür, 'yeter!..' Der gibi. 
Döndü, göz akları yağmur sonrası kızıl bulutlar gibi  kızarık ve serindi. Umran sustu. Babür zoraki de olsa nihayet gülümseyebildi.
- Beni çok ağır yargıladın!.. Dedi Umrana...
Bıyıklarını çekiştirdi. Yüz hatları hala gevşememişti. Belli belirsiz her anlama çekilebilecek türden, bir iki kez gerindi, ağır ritimlerle boyun kulunçlarını kırıp, perde arasından dışarıyı kolaçan etmeye başladı.
      ..."

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi