MENÜ
Erzurum 15°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (18)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
10 Nisan 2009 Cuma

Çeçenya ah Çeçenya... (18)

Ölüm şekli, yada ölümü kolaylaştırma adına seçilen tarzlar korkaklara göreydi. Pahası olmayan çağdaş hayat böyle doğmuş ve böyle tarzlar doğurmaya devam ediyordu. Borçlu tarzlar... İp cambazları dahi bu anlamda daha asil yaşıyorlardı. Hiç değilse, hayat hesabında ihmal edebilecekleri bir parametre tespit edebilmişlerdi. Ölümü!..
Bugün dünyanın gündemi şüphesiz vahşi kapitalizmdi... Silah üstünlüğü olan kuvvetlilerin çizdiği haritalardan kızaran çığlıklar, bir zelzele şeridi gibi bir gün Afrika'da diğer gün Ortadoğu'da, öteki gün Uzak doğuda, Asya'daydı. Devler, mahzunluğun ve mazlumluğun olduğu her yerde geviş getiriyordu. İşte dağlardaydılar. Şehirler emperyalistlerin eline geçince, onlara dağlar kalmıştı. Şimdilerde şehirdekiler, hukukun, mahkemenin, mektebin, kışlanın sahibi olunca, onlara' terörist' yaftası vurulmuştu. Öz yurdunda ' terörist' yaftası yemek çok ağırdı aslında... Tasarlanan dünya için tehdit görülen her ülke gizli veya açık işgal altındaydı. İşte şimdi  teleği ışığa batırıp, yeniden karanlığı yazmak durumundaydılar. Tarihin saçları kirletilmişti. Kendi ülkesinde özgür yaşama hakkı gibi evrensel hakları elinden alınan halklar için, asla teselli yoktu. Okyanus şakağı da olsa, her sandal bir dalga saklamıştı böyle günlere. Gaye ve paha el eleydi. Ucuz yaşayarak ucuzlayan halklar olmayacaklardı.
Bugün kalabalıklar halinde yalnızdılar. Devler birbirinin ne yediğine bakmıyordu. Bu yüzden kim neye iştahı çekerse onu yiyordu. Bu yıllarda müslüman yiyip, petrol içip, gaz üflüyorlardı...
Sıraya çoktan konmuş Çeçenleri bir türlü ısıramamışlardı. Belki şimdilerde vurula vurula azaltılacak ve imha edileceklerdi. Ama asla yok olmayacaklardı. Onlar suya benziyordu ve Büyük Kafkas Dağlarında bu savaşı bitirecek kadar kar vardı.
Umran, bütün bunları düşünürken hemen her cümlenin noktasında  bir yitiği hatırlamışçasına gizemli bir pus kaplıyordu yüreğini. Yine o garip sezişti, katırlı sabahtan!.. Salur'da karşılaştığı kız!.. Aysız, yıldızsız bir geceye benziyordu şimdi... Kara gecede yitik arayan kurt gibi, her yerde onu arıyordu. Bir seviniyor, bir hüzünleniyordu. Sevinçte hüzünde aynı suyun iki yakası gibiydi. Bu nehirden kara kapkara acı bir haz akıyordu. Hüzünle hoşluk arasında türkü sesi gibi çağlayarak akıp giden hazzın adresi de yoktu.
Söylenirken, duyarken hiç de kulak asmadığı türküler nede güzel, anlamlı geliyordu şimdi.
  "… aman avcı vurma beni, ben bu dağın ay balam maralıyam…"  Gülümsedi… Ne de güzel söylerdi bu türküyü Hasan. Bir an hayalen; " nerde benim tüfeğim!.." diye, hayıflanır oldu... Kalbi böyle süprizlerde yapıyordu artık… Ürperdi!.. Yüreğinden tüyler savruldu…
" ..O'na hangi rüzgar eserdi, hangi yağmur ıslatabilirdi, hangi yokuş göğsünü daraltırdı!?.  O Umran'ın Bağdat'ı değil miydi artık?!.. Değil miydi ki, suç yakışmıştı gözlerine zindancının !.. Güneş en soğuktan, en soğuk karlardan başlardı eritmeye madem. Umran bu dağların en soğuk karı değil miydi!.. Umran, bir gözü ak diğer gözü kara olan ceylanın  su içtiği gölü bulmuştu. Umran bir kez, O ceylana tüfek doğrultmuştu!.."
Kendi kendine böyle şiirimsi sitemler ve suçlamalar yaparak övünüp duruyordu.
Yüzünü çoktan unutmuştu ama hiçte alıcı gözle bakamamıştı ki. Adını dahi bilmiyordu. Katırı geri götürdüğü gece, sokakta utana sıkıla nasıl bir ileri bir geri gidip gelmiş de, o gece gördüğü silueti arayıp durmuştu. Hiç değilse istemeden O'nu sıkıntıya soktuğunu, üzgün olduğunu söyleyebilmeyi çok istemişti. Belki bir bardak su verirdi, belki yine parka cebime ekmek sokuştururdu. Gülümserdi!.. Ah!.. Belki, belkide adını bile söylerdi bu sefer. Güle güle, güle güle bile derdi, kim bilir!..
Uzaklarda tek tük yanan ışıklarıyla, köyler birer ikişer arkalarında kalmıştı. Geceden Ezikhoy'a varıp, şöyle bir kolaçan ettikten sonra, ya kasaba dışına çıkıp akşamı bekleyecekler, yada bulabilirlerse bir tenhada saklanacaklardı. Burada bir Rus mekanizesiyle takviyeli orta(!) büyüklükte bir birliğin üs kurduğunu biliyorlardı. Bu sebeple kasabanın her tarafının nöbetçilerle çevrili olduğu, bir kısmının gece görüş dürbünleri ile karıncayı bile izledikleri kesindi. Bu kasabanın  da bulunduğu kuzeybatı güneydoğu şeridindeki bütün kasabalar, hatta bazı büyük köyler bile, bu şekilde tahkim edilmişti. Bu şekilde başkentin, ülkenin kuzey yerleşimleri ile arası emniyete alınmış oluyordu.
Eskisi kadar işler kolay yürümüyordu. Gerillaların son püskürtülüşlerinden sonra toparlanmaları ister istemez zaman alıyordu. Fazla savaşçı kaybetmemişlerdi ama halkta ister istemez bazı ürkeklikler oluşmuştu. Hele rol verilen yerlilerden seçilen birkaç gurubun, savaşçı diye köylere sızıp, para ve yardım toplamaları ve arkasından yardım yapanların tutuklanmaları, bu ürkekliğin doğmasında büyük rol oynamıştı. Şehirdeki, özellikle Başkent'te saklanabildikleri ev sayılarında da azalmalar vardı. Ancak tekrar toparlanıyorlardı. Kış başında yaptıkları birkaç vur kaç dışında, genelde  hazırlıklarla geçirmişlerdi kışı. Baharla önemli bir mühimmat sevkıyatı da yapacaklardı. Ülkenin çeşitli noktalarında ve daha kuzeylerde eş zamanlı hareketler yapılacak, kurtarılmış bölgeler dağ mahreçli olmaktan çıkarılacaktı.
Çelik zırhlı kapılar önündeydiler. Kırarcasına kapısını itekledikleri gelinin adı özgürlüktü. Omuzlarını dayadıkları 'olmaz' devrilecekti elbet. Birgün hayvanlar inlerine, insanlar evlerine dönecekti!.. Herkes kendi vatanına yakışırdı şüphesiz. Herkesin yurdu kendinin olmalıydı. Zuhal yıldızına sormuşlardı ya; "  niçin bu kadar parlaksın?" da, Zühal; "  gece çok karanlıkta ondan" demişti. Bu sefer geceye sormuşlar dı; "  sen niye böyle karanlıksın?", gece de; " benim ki kara sevdadandır" demişti. Çeçenya'daki karanlık ve isyan yıldızla gece gibiydi işte. Onun için her şey siyah beyazdı. Ölüm terkindeydi atlarının. Bu yıllar onlar neredeyse ölüm orada olacaktı. İşgal, bu dağlar üzerine örtülecek türden yorgan değildi.  Bu kirli mitil bu haritayı asla örtememişti, örtemezdi.
Bir gün ölüm, zafer denen hovarda tamahın ısrarı olmaktan çıkacaktı elbet!
Kaldı ki, dünyanın her yanında ideallerin şarjörlere sığınması elbette çaresizliktendi. Şüphesiz savaş evrenseldi ama insanca değildi.
Şimdi 'işgal ettik!' derken, ayılar kafese girmişlerdi. İşgal edilmiş her ülke, aslında bir tarih kafesine benzemiyor muydu? Paslı parmaklıkları, kanlı kamçıları ve zehirli örümcekleri olan kafeslere… Namlu affetse bile tarih affetmezdi bu suçu. Tarih dünya kurulalı beri en vahşi savaşçıydı. Ayı leşine türbedar yapardı adamın!..
Ezikhoy'un  ışıkları nihayet görünmüştü. Kasaba merkezinden ziyade, muhite doğru yanıp sönen güçlü ışıklar vardı. Zaman zaman yükseklerden belirli açı ve fasılalarla, yakın arazi taramaları da yapılıyordu. Bu haliyle, ışıktan surları olan bir kale görünümündeydi. Sıkı ağaç kümeleri kasabaya doğru iyice azalıyor, hatta kasabaya yaklaştıkça bir tek çalı fidesi bile göze çarpmıyordu. Belli ki  kasaba etrafında, özellikle ağaç, çalı ve tümsek temizliği yapmışlardı. Tek avantaj, sel yatağı ataşmanlarını andıran sığ ve kar dolu yer kırıklarıydı.
Akşamdan beri ilk kez önce yavaşlayıp, sonra durdular. Kasabayla aralarında fazla bir mesafe kalmamıştı. Artık evleri ve sokakları seçebiliyorlardı.
 Güney batı istikametinde birkaç bacadan yoğun bir dumanlar tütüyordu. İkisi de o yana odaklanmışlardı. Bu saatlerde, kimsenin bu kadar yoğun duman üfleyecek kadar zengin bacası olmazdı.
Babürşah;
- O işgal dumanı. Askeri üs. Komuta merkezleri, kışlaları dahil hepsi yan yana ve iç içe. Birkaç ev dışında, etraflarında tel örgü yok, kapılar sokağa açılıyor. Sokak baştan başa, hem bacalardan hem giriş ve çıkışlardan kontrol altında. Her nöbetçiyi başka bir nöbetçi gözlüyor. Tel örgülü evlerin bahçeleri de öyle, artı; arazi tarafları mayınlı ve tuzaklı. Çok iyi korunuyorlar.
- Kasabanın diğer sokak ve etrafını düşünürsek iki yüz, üç yüz asker demek bu Komutan.
Net bilmiyoruz. İki yüzden aşağı olmadığı kesin. Toplu  talim yapmıyorlar. Ya mangalar halinde yada yirmi beşer kişilik timler halinde. Bölük istihbaratı veriliyor, ancak mekanize tabur düzeyinde zırhlı ve kalabalıklar. Tank, kariyer, helikopter… Neyse yeter propagandalarını yaptığımız. Şurada soluklanalım biraz. Kahvaltı zamanı!..
Çömeldiler. Yakın iki ağaca yaslanmış halde ikisi de kasabaya bakıyordu. Körük dumanı gibiydi nefesleri. Terlemişlerdi. Kalpaklarını oynatınca başlarından buhar çıkıyordu. Babür sırt çantasını yere bırakarak, kara kuru bir ekmek çıkarıp kırdı, yarısını Umran'a verdi. Sonra çay içer gibi donmak üzere olan tek mataralarından yudum yudum su içtiler.
Babürşah akşamdan beri düşünmediği detaylar üzerine konuşmaya başladı. Bu sayede  Umran'ında  görüşlerini almış oluyordu.
Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar
 sadi sade
 12 Nisan 2009 Pazar 22:43
Yereli irdelemeden, çözmeden evrensel olunamayacağı tüm edebyatçıların buluştuğu bir gerçek. Yazar Erzurumu, Erzurumluyu anlatsaydı çok başarılı olacaktı mutlaka;zira üslubu özgün, sözcük hazinesi zengin. Ama okuduğum kadarıyla çok iyi tanımadığı bir coğrafyanın ve insanların romanını yazmaya soyunmuş.Erzurum gibi rnkli, çok kültürlü bir kentte malzeme bulamamak çok garip. Dağ mahallesinde yaşama mücadelesi verenler de en az Çeçenistandaki mücahitler kadar kahraman. Tortumun, Tekmanın dağ köylerinde karda kışta yaşama tutunmaya çalışanlar? Kevaxo? Nenehatun? Hınısın kürdü? Aşkalenin alevisi? Dadaşın özgüveni, gururu? Üniversite ve yerli çelişkisi? Tanko ve ehram? Daha neler neler... Zenginliği edebiyatta yer bulamayan bir coğrafyayı yazar da malesef her kes gibi es geçmiş. Ne olacak bu Erzurumun hali!!!
 Ertuğrul AHİSKALI
 10 Nisan 2009 Cuma 16:26
Romanı okuyanlarla tartışmak isterdim.Ya arkadaşlar her bölümü ayrı bir saheser. Böyle bir roman yok.
Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi