MENÜ
Erzurum 16°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (14)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
4 Nisan 2009 Cumartesi

Çeçenya ah Çeçenya... (14)

Her şeye rağmen işgal yorgundu. Zalimin yorulması vardır ya!.. Sistem kendini inkar ediyordu artık. Hani, kimsenin kimseye güveni kalmazdı da, insanlar arkasına bakarak yürürdü ya, o yıllardı işte. En yakınındakinden, özellikle yeminli fedailerinden bile şüphelenir olurdu diktatörler, işte öyle!.. Tam bu yıllar.
Estetik ve diyalektiğin yerini oldu bittiler ve argo yaşam voltaları almıştı. Lisan için söylenecek söz;  yaralı bir kedinin miyavlaması daha seviyeli kalırdı, denecek düzeydeydi. Her işgalde olduğu gibi, önce kültür üzerinde oyunlar oynanıyordu. Çıkar ve menfaat kurumsallaşıyordu. Ahlak, hukuk, mistik ilham, tarih şuuru gibi ne kadar değer varsa, üzerine çöreklenmişlerdi. İşin bilinen yanı, dünyanın bu durumdaki diğer ülkelerinde olduğu gibi, yeni  diyasporanın vitrininde de hep yerli mankenler kullanılıyordu. Medya, şirket, banka, iktidar bu cümleden hizmetlere taşeronluk yapıyordu. Tatlı su balıkları bilim adamları, liderler, söz ustalarının gözüne tuz kaçmıştı!
Olgun pasta diye, önce bilim adamlarının kafasını ısırmıştı işgal. Çimdik attıkları dünyanın tokadını yemişlerdi. Öylece somurtmuş, pısırıp kalmışlardı. Dünya soğumuştu ya, şimdilerde kitaplarını yakarak ısınıyorlardı. Çünkü, demokrasi ile diktatoryayı hiç bir arada görmemişlerdi. Sessiz kalarak, çağlayan hissi verememişlerdi körlere. Ne dünyaya açılabilmişler, ne dünyaya imdat diyebilmişlerdi.
Fikir adamlarının kafasına, bir gün kapatılacakları hapishane hücreleri kadar fotörler geçirmişlerdi. Uzun işgal, onlara kişiyi değil toplumu öğretmişti. O yüzden avunmayı da bilmiyorlardı. Topluma giderken ferdi kaybetmenin pahasını ağır ödüyorlardı. Bilememişlerdi, ferdin avuçlarının toplumun aynası olduğunu.
 Kaç ömür yılı var ki işgal altındaydılar... Birileri haritalarını buruşturmuştu işte!.. Birileri de haritayı buruşturup avuçlarına almakla, ülke sahibi olunmayacağını öğretiyordu... Yıllar yıllar var ki, bu ülkede yaşayanların korktukları başlarına geliyordu ama her zaman korktuğu başına gelenler gerçekten yaşayanlar değil miydi!.. 
Tavır bağlamında, mermi denen gri tebeşirle çözülen matematik yıllar, yaşamaya değer hayatı arayanları, kolay ve hazırcı yaşayanlara karşı aykırı kılıyordu. Aykırılar, modern engizisyonlarda ayıklanıyordu. İtiliyor, kakılıyor, öldürülüyorlardı.
Yeni dünya özlemi, demokrasi denen diktatoryayı doğurmuştu. Radyoaktif nefesli devlerin popüler sloganı olan, 'insan hakları ve daha fazla demokrasi' adına yırttıkları haritalardan kan damlıyordu. Artık kara yele karşı meşaleler yakılmıştı. Güdümlü iç ve dış siyasetin argümanları, güçlü olduğu kadar korkak ve tedirgindi. Tedirgin güç, daha çok baskı,  daha çok seküler yoksulluk ve yolsuzluk demekti. İşte dünyanın çok yerindeki hadise buydu.
Dünya yeni bir inkılap bekliyordu. Onun için savaşıyorlardı işte. Gayesine ermeden bu savaşın biteceği yoktu artık. Özgürlüğü bahşedecek en özgür metot savaştı...

* * *
Umran'ında bulunduğu gurup,  dördüncü günü dolduracak olan keşif görevindeydiler. Görev, ikindi vakti tamamlanacak, Tim Komutanınca üsse bilgi verildikten sonra, iki gruptan gelecek erzak kervanlarına refakat edilecekti. İkiye ayrılacaklar, bir gurup Toga, diğer gurup Kirbosa tarafına gidecekti.
Hemen  aynı yaş gurubundan sayılacak kadar genç olan bu savaşçıların, en küçüğü on altı, en büyüğü yirmi yedi yaşındaydı... Bu gençlerin oluşturduğu timlere daha ziyade seyyar görevler verilirdi.
Aralarında uzak görevlere de katılmış  dokuz savaşçıdan üçü dışında, diğerleri bu yörenin çocuklarıydı.
Kerim'den sonra timin başına  Babürşah isimli tecrübeli bir 'savaşçı' getirilmişti. Umran ve timdeki diğer arkadaşlarından farkı,  helikopter dahil bütün savaş mekanizelerini kullabiliyor olmasıydı. Tüm Asya genelinde tanınan bir taktik ustasıydı, o... Çeçenya'da arananlar listesinin başında olanlardandı. Merhametsizliği ile tanınır, asık yüzü, çakır, kan çukuru gözleriyle dev gibi birşeydi. Kimse uzun soluklu gözlerine bakamazdı. Hayli sınır ötesi harekata katılmış, bu yüzden hakedilmiş bir nam salmıştı...
Babürşah, Kirbosa yöresinden Salur köyündendi.
Umran, Kerim'i dağa getirdiği  günler sonrasında, belkide biraz olsun kendine gelebilsin diye, Tarek kıyılarında keşif görevine gönderilmişti. Dağa ise ancak beş gün önce dönmüştü.
 Umran, daha farklı bir delikanlıydı. Kerim'in öldürülmesine kadar olan süreçte hep şen, güler yüzlü, ışıl ışıl bir yapısı vardı. Patlayıcılar üzerine eğitilmişti. Özellikle bubi tuzakları ve uzaktan kumandalı elektronik düzeneklerde çok özel modeller geliştirmişti. Zaten bu tip timlerde patlayıcılar ve en az üç tip silah  üzerine eğitim almamış savaşçılar görevlendirilmezdi. Tim savaşçısı olmak bir anlamda ayrıcalıklı bir görev demekti. Onlar; yakın dövüş, uzak mesafeli atışlar üzerine aylarca süren çok çetin eğitimlerden geçirilirlerdi. Yön bulma, aç kalabilme, iki üç günlük açlık ve yetersiz su ile uzun mesafeleri aşma, zaman zaman kendi ağırlıkları kadar kayalarla dağ çıkabilme, engel yapabilme, mayın tuzaklama, sökme gibi çok yönlü hünerlere sahiptiler. Eğitimleri çok acımasız olurdu. Bu eğitimlerde başarısız olan yada sakatlanan kişi, timler dışındaki görevlere tahsis edilirdi.
Tim görevi için; yüz metrelik yokuşu teçhizatlı olarak on üç saniyenin, bin beş yüz metreyi dört buçuk dakikanın, beş kilometreyi  on altı dakikanın altında koşmak, tek adımda beş metrelik bir dereyi geçebilecek, uzun atlama yapabilmek esastı. İkinci kademe eğitimleri; uykusuzluğa karşı direnme, su ve kar altında kalma eğitimleri, köprü ve demiryolu tahripleri, antitank mayın dahil mayın döşeme ve temizleme, tuzaklama, el bombası imalatı yapmak kadar titiz ve öldürücü eğitimleri kapsıyordu.
Görevde olmadıkları zamanları ya uykuyla yada idmanla geçirirlerdi. Dikkatli ve huzurlu olmak, her an verilecek bir göreve hazır olmanın ilk şartıydı. Yaşam şartları, 'zoru' yaşam biçimi olarak benimsemeleriyle mümkündü. Çünkü seyyar görev timleri, genel anlamıyla suikast timleriydi.
Görev saatleri dışında kanyonlardaki atölyelerde sürekli eğitim alırlardı. Bu timlerin bir diğer görevi de, mühimmat ihtiyaçlarının önemli bir bölümünü kendilerinin tedarik etmesiydi. Bu tedarikin önemli bir kısmı konvoy ve küçük garnizon baskınlarından sağlanır, kalan kısmı Rus tacirlerden yada iç tedarikten sağlanamadığı cihette orta ve uzak doğu pazarlarından temin edilirdi.
Hemen tüm silah üreticisi firma temsilcisi dolaşırdı, sınırlarda. Amerikan, Fransız, Alman, Rus vs.  Hatta şehir merkezlerinde, farklı sektörlerde açılmış lüks mağaza yada acentelerden çoğunun asıl sektörü silah ve patlayıcı ticaretiydi. 
İkindi sularında, Babürşah rapor vermek için guruptan ayrıldı. Hava sabaha göre daha sıcaktı. İlk nöbetçilerin bulunduğu düzlükten yaklaşık altı yüz metre yukarıdaki sığınaklarındaydılar.
Gurup kampetlerine uzanmış dinlenirken, Umran dışarıda aşağıdaki uçsuz bucaksız manzaraya bakıyordu. Mağara, iki yüz üç yüz metrekarelik, yedi sekiz metre genişlikte teras gibi bir alana açılırdı. Bu alandan sonrası, yüzlerce metreyi bulan yalın bir uçurumla başka bir zirvenin vadisine kadar iniyordu.
Mağaraya çıkış yolu tamamen sarp ve keçi yolu niteliğindeydi. Yan yana iki insanın geçebileceği  genişlikte ve uçuruma doğru eğimliydi.
Zirvelere doğru tırmanıyormuş intibası veren orman, tepelerde yerini kayaç mostralarına bırakıyor, yukardan bakılmasına rağmen ürküten heybetleriyle, güneşte altın yapraklar gibi parlıyordu. Kanyonlar, kaya kümeleri ve çamlar arasında koyu göllere benziyordu. Aşağılar çok ıssız ve sakindi. Nöbetçilerin yerini bilmese, seçebilmesi imkansızdı.
Daha güneyden akan derelerin yavaş yavaş düşüşe geçen irili ufaklı şelaleleri, yeni bir baharı haber veriyordu. Göl buzlarında da nispeten çözülmeler vardı. Daha kuzeylere ve doğuya baktıkça karartılar halinde köyler, düzlükler, inişler, çıkışlar ve yer yer karasallaşan düzlüklere göre beyaz çizgiler halinde karı buzu erimemiş dereler seçiliyordu.
İki kartal mostralara doğru süzülüyordu. Bu kartalların gelişinden olacak ki, biraz önce su başlarında ve orman üzerinde uçan tüm kuşlar bir anda kaybolmuşlardı.
Bir ara, Kerim'i gömdükleri tepelere baktı. Yamaçtaki çalıyı şöyle böyle seçebildi. Hüzünle gülümsedi. Kerim'in ölümünden bu yana  haftalar geçmişti. Hala içini döven çekiç durmamıştı. Ama onun, o amansız  yaradan kurtuluşuna sevinmiyorda değildi. Zalim yara, o kadar amansızdı ki; onu kanyona dahi taşıyamamışlardı. Şu zalim iniş çıkışlara baktıkça, O'nu taşıma konusundaki ısrarının duygusal olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. Bu iniş çıkışlar, belkide daha erken öldürürdü onu.

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi