MENÜ
Erzurum 12°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (21)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
14 Nisan 2009 Salı

Çeçenya ah Çeçenya... (21)

Kısa bir süre sonra Keyik ana tekrar döndü. Dışarıya bakmakta olan Babürşah, ondan bir şeyler soracaktı elbet. 
-  Gel hele otur Keyik anam, konuşalım biraz. Dedi ki; Keyik ana çoktan  konuşmaya başlamıştı.
- Oğul oğul!.. Ne konuşalım ki!.. Dağlarımıza erken kar yağar oldu, yeşil başörtülü gelin baharlarımıza güneş gecikir oldu... Giden dönmemeye başladı, gelen kırmızı haşhaşlar gibi döner oldu... Ah, ah!.. Oğul, sabah sokağın başına kadar iki kere gidip geldim. Hani ola ki geceden bir şey düşürmüş olasınız, ayak izleriniz kala da, izlerinizi takip edeler diye. Epeyi bir mesafede ayak izleriniz iyice belliydi. Kenardan yürüdüğünüz için sanki kalıp çıkarmışsınız karda. Neyse ki, o işi de hallettim. Bu gün daha sıcak dışarısı... Güneş var... Bir ara kızımgillerin sokağına kadar gittim. Hükümet sokağı dahil, her şey her günkü gibi. Askerlerin makinelerini bağırtmaları dışında ses yok. Gece kasabaya iyi sokulmuşsunuz. Bazı geceler çatışma çıkar, epeyi meraklanırız. Bu gavurlar, belli ki en ufak bir karartıya, rüzgar sesine dahi tüfek atıyorlar. Kasabanın bir tarafından bir tüfek sesi duyuldu mu; ' at kaçıp torba düşüyor'... Bütün askerler, hemen beşer onar sokaklara dağılıp vaziyet alıyorlar. Anında tank çalıştırıyorlar. Anında gürül gürül sokalar. Sanırsın tavanlar başımıza çökecek. Ancak alıştık artık. Tüfek seslerinden, dışarda neler olduğunu dahi hemen anlayabiliyoruz. Geçen, Gaffarovların Hatçe kadın, oğlunun çatıştığını tüfeğinin sesinden tanımıştı. Delikanlı kasabaya girememiş ama sağ salim uzaklaşabilmiş çok şükür. Bebeği olduğunu duymuş garibim. Ondan gelirmiş Kasabaya. Ama, her zaman ki gibi biri akıl vermiş işgalcilere. Beklerlermiş. Nasılsa ailesini görmek isteyecektir ya, bundan güzel fırsat mı olur haçandan. Bu yüzden, herkes kederini de sevincini de saklar oldu artık. Ola ki oğlunu, kocasını, babasını gaileye bıraka. Düğün, bayram, sünnet, ölüm!.. Oğul bunlar bir garip. Av bulamadılar mı evlere, damlara baskın yapıyorlar. Postallarıyla yatak odalarımıza kadar girdikleri oluyor. Çıt olsa çıldırıyorlar. Kasabalının hali hiç iyi değil oğul, hiç…  
Umran başını önüne eğmiş, Keyik ananın, 'Bir sor, bin ah işit' halinde tezahür eden konuşmalarını dinliyordu. Babürşah hala penceredeydi.
Geceden yağan hafif kar, yere patiska serilmiş intibası veriyordu. Yada biçilmeyi bekleyen kefen bezi intibası... Ne fark eder?  Göğün kurumaya bırakılmış beyaz mendili demekte mümkündü...
Sokak beyaz bir sahifeden farksızdı. Karanlığın zarureti gibi yazılmayı bekleyen bir mektup kağıdı belki… Bu kasabadan çıkmak zor görünüyordu ya, hadi hayırlısı.
Umran'ı düşündü. Kaygısızdı ve her sonuca hazırdı.  Bu haliyle, bıraksan ısınmak için kasabayı yakıp çıkacakmış hissi veriyordu. Birkaç gündür nasılsa sezinlenmemesi için çaba gösterdiği dalgınlıktanda eser yoktu...
Zaman geçiyordu. Düne göre şartlar çok değişmiş, dün zora nispetlendirdikleri eylem bugün nispetsiz kalmıştı. Artık ne pahasına olursa olsun, kasabadaki zehirli çalıları kesmeliydiler. Birazdan kar yağmaya başlayacaktı. Tek tük kar kelebeği uçuşmaya başlamıştı bile. Sanki çok yukarıdan uçan iri bir kuşun, uçuşan göğüs tüyleri gibi. Tüyler önce hafiften uçuşuyor sonra yere düşüp yapışıyorlardı.
Hava, atkısız ve eldivensiz dolaşacak kadar sıcaktı. Giz bir gülümseme vardı beyazlıklarda. İnsanın içi açılıyordu. Hani çıkıp dolaşılası, kar topu yapası, atası, uzanası ve bir giz gülümseme içinde soğuyası geliyordu insanın. Sanki hiçbir şey umurunda değildi tabiatın. Olabildiğince cazipti, olabildiğince güzel ve şuh...  Habire giyinip soyunuyordu...
Karşıda, ana sokağa açılan dar çıkmazda, üç çocuk duvara yaslanmış öylece duruyorlardı. Daha küçük tombul olanı boynunu içeri çekmiş, büzüleceğince büzülmüş, arada eldiven takılı eliyle burnunu siliyordu. Daha büyükçe diğer iki çocuk fazla hareketsiz kalamayıp, bir süre henüz üç beş santimi bulmuş taze kar üzerinde gezinmeye başlamışlardı. Arada ayak izlerine bakıp, karşılaştırmayıda ihmal etmiyorlardı hani. Hararetle konuşuyorlardı. Bir ara tartışmaya bile başladılar. Bir süre sonra caddede acayip bir şeyler görmüş gibi koşuşup, yan bahçeye doğru savuştular. İzleri yavaş yavaş dolmaya başladı yeniden. Minik ve mahsun izler...  Henüz o sokakta kimse yürümemişti. Daha beride, harabe evin camsız penceresinden bir kedi hopladı. Ön patisiyle ağzının altını okşayıp, diliyle patisini yaladı. Bozarak rengi için kırmızı dili pek tabii durmuyordu. Derken oda zıpladı, karnının karı almasına aldırmadan kuyruğunu kaldırmış, çocuklardan kalan izlerde kah zıpladı, kah bakındı, gah miyavladı. Sonra oda kaybolup gitti.
Baca saçaklarından havuç şeklinde iri buzlar sarkıyordu. Bacalar, birer kemik kol gibi yumruklarını sıkmış heykellere benziyordu. Bu evlerin her biri, birer 'azatlık heykeli ' gibi yanlız ama mağrurdu!.. Gri dumanlar ağarmak için yükseliyordu.  Sinesine dönen nefes gibi hisli, hissiz, tutuk, rahat… Evet, bir sürü baca… Duvarların hemen yerden bir metre kadarı buzla sıvalıydı. Pencerelerdeki ahşap denizlikler, kararmış yan pervazlara göre daha beyazdı. Camlar, kalın damarlı karışık buz şekilleri arasından soğuk ifadelerle göz kırpıyordu. Kalın ahşap kirişlerin alt yüzlerindeki işlemeler ancak görünebiliyordu o kadar.
Kedi, kuyruğu sırtında, köşede yeniden belirdi. Bu sefer, atlaya atlaya sokağın görünmeyen tarafına geçti. Sokağın bu tarafı harabe adasıydı. Yıkık duvarlar, kar giyinmiş taşlar, tavanı çökmüş bir ayvanın kapkara hatılları, yer yer harabe hatırasını anlatır gibi bir sürü belli belirsiz detay. Hepsi karlı. Hepsi soğuk. Çubuk demirden yapılmış bir zamanlardan kalma eski bir beşikten, soba deliğine, düştü düşecek kapkara sac oluğa, yer yer fırtına almamış yeşil toz boyayla boyalı duvardaki yeşil askılığa kadar. Daha yanında üç "S" demiriyle yapılmış bir silahlık. Yarı karanlık bir boşluğun yaslandığı delik deşik bir kalkan duvarı,  çatısı yırtık bir şapkaya benzeyen yüksekçe bir ayvan... Ve, küstü küsecek mor bir dudak kadar bükülü cumba...
 Ne demeli... Şarapçıları bile olmayan bir sürü harabe ev...  Küskün, aldırmaz ve soğuk... Çok çok değil henüz... Yani sadece çok. İçlerinde kimler yaşamış, nasıl yaşamış, ya da yaşıyorlar mı?.. Ya şu evin sahipleri nerede olmalı! Şu geçen kedi yoksa onların mıydı!.. Evinden bir tek o mu kopamamıştı, yoksa götürmemişler miydi? Kimbilir!..
Şu kediyi yakalayıp bir okşayabilse... Baksana şimdi ne kadar da şaşkın görünüyordu. Tıpkı özgürlük gibi...
 Esir diyarların sabahı böyle olurdu. Ne güneşe gülümseyen olurdu ne tarak ıslatan. Işığa basarak yürümeyi çoktan unutmuşlardı. Hem dışa hem içe doğru tenhaydılar.  İnsanlar, güneşten erken uyanıp, geç uyudukları için, yüzlerinde mutlaka hep o mahmur ifadeler vardı. Tıpkı şu geceden kalma ayak izleri gibi. İzler dahi mahmur ve garipti!.. 'Beni kim kazıdı yere!' diye, hayıflanıp duruyordu.
Tesbitlerin aklı ürküttüğü cihette, garip bir haldeydi dünya. Garip olanın mülkü olmazdı ya, hakikat buydu... Be hey hakikat!.. Ya o ne?.. Hakikat kendine ait olmak mı, yoksa kendine göre hakikat bulmakta mıydı!..  Yürümek ama, içine mi dışına mı doğru, sahip olduğumuzun?.. Taşa tekme atıp duran ahmak ne yapsın?.. Biri izlere tükrük dolduruyor!.. Yüreğin havuzu avuç... Su dök dur anlına!..  Bu gölde garipler uzaktan yıkanır!.. Uzaktan severdi can cananını... Güneşe bakıp ta, hasta olmaktan korkardı gölgeler.
 Hedefe bakakalmak mesafeyi sırtlamak, kaygı hamalı olmak anlamında kuru ve boştu. Sarhoşun kıyı efkarı türünden. Eylem makarası olmadan mesafeler sarılmazdı. ' İyi ki varsınız, iyi ki onlar var', türünden serenatlar, ' iyi ki ben yokum!' türüyle akrabaydı...
Yol uzun, zaman kısa, gelin ağırdı. Bağımsızlığın ağırı.
İşte savaşıyorlardı, 'iyi ki ben varım!' diye diye...
İşte savaşıyorlardı izlerinde çimen bitenler... Güneş gibi er kalkıyorlardı, er batacaklarını bile bile... Güneşin göze yakalanmayan ufkuna karşılık, avuç avuç  toprak serpiyorlardı heveslere... Meryemin pembe avuçları içinde, İsa diye kıpırdayan  toprağı serpiyorlardı...
 Kaldı ki, üstü insanın olmayan yerin, altında ebedi(!) tapu sahibiydiler... Altta ne emperyalist vardı, ne istila edilmiş yar sılaları.
Alın kırışıkları yegane sırlarıydı kaderlerinin. Mehtabı ilaç diye yaralarına süren deniz gibi, onlarda en azından yürek ülkelerinin özgür hamdındaydı. Her diyar bir yara yaslıydı. Suya üflemek kadar yumuşacık hazlar, hayli hatıralarda kalmış olsa bile... O kadar  aydınlıktı ki, o kadar  üryandı ki hiçbir şey belli olmuyordu. Işık gözü aşıyordu. Ya da hatırlanmaya tahammül edemiyordu dün... Akıl yeşermek yerine bozkırlarını boyamaya kalkıyordu... Dalgın bir geyiğe benziyordu akıl. Koşup duruyordu. Ürkmesini dahi unutmuştu..
Buralarda, insan için dünyalı olma imkanı yoktu artık... " Bu toprak senin ama!.." diyorlardı; " istediğini ekemezsin…"  İnanca kişide evet, toplumda hayır diyorlardı... Artık yüzyılın yetimleriydi onlar... Üniversitedeyken Kiev'li bir profesörden şöyle duymuştu; " … toplumu yozlaştırmak için başta inancı ferde doğru itmekle başlamalı.
Sonra fertten taşmamasına çalışılmalıdır. Gizli veya açık dünyada bu işi başaran tek düzen sosyalizmdir. Bazı ülkeler bu işi başarır, fakat sosyalist oluşlarını asla kavrayamazlar… İnanç taşmadıkça yenilenemez. Yenilenemeyince insan gibi kapalı fıçıda ağırlaşır, kokar ve ferdi rahatsız etmeye başlar. Böylece fert yüreğiyle içtiği inancı beyniyle kusar ve atar…"  Aynen bu yolu tutturmuştu bu günkü dünya...
Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi