MENÜ
Erzurum 16°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (25)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
18 Nisan 2009 Cumartesi

Çeçenya ah Çeçenya... (25)

Ağır ağır bile yürümek gelmiyordu içinden. Şu kapıya yaslanıp, bir sigara yakmaya neler vermezdi ki!.. Bu sokakta sanki bir ömür geçirmişti. Şimdi sanki; ' bunca zaman neredeydin' diye, soruyordu bıraktığı efkarlar. O sokak, pencere, onunla küs müydü neydi böyle!.. Bu sokak, onsuz ne kadar da kimsesizdi! Sessizliği öyle dokunuyor öyle dokunuyordu ki!..
İncitmeden, yürümeye çalışıyordu  şimdi. Ne sokak bitmek istiyordu ne eski efkarlarıyla söylentileri...
Biten bir lahza bakıştı, bir geceden kalan. Ellerini ceplerine sokmuş, kısık gözlerle esmer bir nihayetsizlik içinde hayal ediyordu...
Nihayet sokağın sol sahilinde günler geceler  geçirdiği evin önüne gelmişti. Sol göğsünün inceden inceye sızladığını hisseti. Gözleri doldu. Yumruklarını sıktı. Durdu, çömeldi. Cama baktı. Bu küçük kapıdan çıkardığı büyük canı öyle özlemişti ki… Yetim bir kedi yavrusu gibi miyavlamak istiyordu. Sahipsiz, soğuk ve karanlığın suçu gibi, şu sokağın bir köşesinde yığılıp kalmak istiyordu. Bu kapıda başından geçenleri tek tek hatırlamadan, tek adım atmadı.
Tek tek okşadı hatıraları.
Yürüdü...
 Gözleri, elinde olmadan karşı pencerede, eski bir silueti arıyordu şimdi...
Ümitleri gibi tiz bir ışık vardı, perdeden sokağa taşan. Tırnak arasına sızan kan gibi!.. 
Perde aynı perdeydi. Ancak, o yoktu. Öyle ya; ölü hayallerin diri bahtları olmazdı ki. Nasıl olmuştu da, günler haftalar boyunca  O'nu aynı siluetle perde kenarında bulacağını sanmıştı.
Baksana şu aval sarhoşun göz kapaklarının içinde oynayan filme. İşte O başroldeki!.. O yağmur, beriki toprak. O güneş, beriki susuzluk. O diyar, beriki garip bir seyyah.
Başı ağıracak kadar sarhoş olupta, belki bir yaprak olupta, kopup düşemedi gitti, şu karanlık suya!.. Kara göl dalgalarıyla beyaz martı kanatlarına yazılan hikayenin ana fikri buydu.
Pencereden rahmet çalacaktı sanki. O kadar sabırsızlandı ki durup, küçük bir taş atmak geçti içinden. Ama bu düşünce için kendini hayli ayıpladı. Belki de hiç bulunmaması gereken bir yerdeydi. O'nu biri tutmuş, yağmur suyu gibi sokağın ortasına dökmüştü. Kapılar kapalı, pencereler perdeli olduğu bir vakitte, sevaba dahi volta atılmazdı.
 Bakışlarının sızacağı bir kuş oyuğu dahi yoktu. Evet su gibi, tıpkı yağmur suyu gibi akıp sokaktan çıkmalıydı. Geride ne bırakmıssa süpürür gibi... Boş bir ümidin, boş bir oltadan farkı ufka atılan taşlarla, taşların bir türlü değmediği yıldızlar kadardı.. Nasıl olmuştu da, O'nun ışıklarını aydan saklamıştı gece!.. O unutmuş olmalıydı. Ne yani, uykusuz geceler peyda edip dağlara mı baksaydı oda. Nede olsa, o gece ortak bir hüzün savmışlardı, topraktan, bağımsızlıktan, vatandan yana. Konuşamamıştı bile... O konuşmuş kendisi susmuştu. Şöyle bir; 'beni unutma!' diye, bakamamıştı bile...
Perdeye tekrar tekrar baktı. Hal ümitsizdi. Şimdi dişe diş bir çatışmanın ortasında olmak yeğdi ya, nerdeee!.. Çapraz ateşe düşmüş ve yalnız…
"…  Onu,  geriye baktığı için alnından
vuramayanlar, Çeçenya gibi böğrüne ateş etseler de gülüp geçselerdi!.. Öyle ki, O'nu sel yatağından bozma siperin yanık metal kokulu mavi çamuruna upuzun uzatarak… "
Bütün bu kendine hayıflanış sürerken, daha sert adımlar atıp, hızlı hızlı sokaktan çıkmak tek doğru olanıydı ya, onuda yapamadı. Babasından tokat yemiş yaramaz çocuklar gibi küstü, başını eğdi. Biraz hızlandı o kadar. İçinden bir ses 'geri bak' diye, ısrar ettiyse de dönüp bakamadı bile. Gözlerini kendi alnına dikmiş yürüyordu şimdi... Ardı bomboştu. Ondan kimse yoktu geride(!). Ayak sesleri bile(!)...
Şimdi dağda olsa, kesin birkaç el silah atardı. Küskünlük kızgınlıkla karışmıştı. "- Yok!..Yok!.." dedi. "…Artık bu köye gelmemeliyim!.." 
Hali, kendine yakıştıramıyordu.
O sokaklardan çok dağlara yakışmıştı birkez... Dağa vermişlerdi onu.
Sineği namluya hapsedip vızıltısına kahkahalar atanlar, kokulu  mendil arasına çiçek saklayamazdı. Üstelik topu topu gecenin yarı karanlığında gördüğü, dik başlı olduğu kesin olan ve belkide çok çirkin(!) bir kız için!.. Hem ne malumdu, onun kız olduğu? Yavuklusu da olabilirdi, yada..!? Son kelimeyi söyleyemedi... Kendine çok yüklendiğini itiraf edercesine kaşlarını çattı, tekrar tekrar yutkundu. İçinde bazı gaip sesler hala bildiğini okuyordu. Vururum, asarım, yakarım !.. O'nu kimselere yar etmem türünden, bir sürü karabatak ses!..
Sokak   bitmişti nihayet. Adeta yürümemiş sokağı içine çekmişti.
Babürşah'ı gördü karşıdan. Halasını sağ koltuğu altına almış, O'na bakıyorlardı.
Halime Hala, Umran' da yeğeni gibi çok sıcak karşılamış, iki delikanlının arasında, içten gülücüklerle içeri almıştı onları.
İçerde, Halime hala sobadaki ateşi yenilerken, Babürşah postallarını çözmemiş,  onlardan kısa bir süre için izin istiyordu.
- Şimdi öteki yarım, yarı can olmuştur Halacığım. Kaç gündür yolumu beklediğini, huzursuzlandığını yüreğimi sıkmasından anlıyorum. Ben birazdan gelirim Umran. Bu gece köydeyiz zaten...
Deyiverip çıktı.
Umran önce hiç bir şey anlamadı, neye, kime gittiğini de anlamadı. 'Canı!' kimdi, Onu da anlamadı. Herhalde, çok yakın başka 'Haladır' diye, yorumladı. Çünkü, o evli yada nişanlı değildi. Bu konularla, yakın uzak alakaları olmadığını da çok iyi bilirdi. Çokta merak etmedi sonra. Zaten Babür çıkınca konuyu da unuttu.
Halime ana, sobaya en yakın köşede oturttuğu Umran'ın, sağını, solunu minderle doldurmuştu. Sobadaki çıtırtı ve hava deliklerinden sızan çam kokusu dağı hatırlatmıştı Umran'a.
Halime hala, mevsim sebebiyle ancak yazın kullanabildiği mutfağa gidip, soğan, yumurta, yağ türünden tepsi dolusu erzakla geri döndü.Mutfağının hemen her ameliyesi bu odanın içindeydi. Tabağı, çanağı, kuşkanası, bardağı ve kaz ocağı. Her şeyi,  en ince el yordamlarıyla, oda kapısı yanındaki koyu yeşil boyalı, kavisli kaşlarla süslenmiş raflardan indirip, hilal ve yıldız çizili çekmecelerden erzak çıkardı. Sobanın üzerindeki dar boğazlı, kulplu bakır güğüm, şimdiden ötmeye başlamıştı. Bu sesi öyle severdi ki, bu yüzden çok çok eskilere gitti birden. Gerilerden bir tek, annesine ve kız kardeşine gülümsedi. Gayrı İhtiyari içini çekti.
Halime hala gülümseyerek, O'na;
- Oğul! dedi, devamla;
- İşiniz zor, yükünüz ağır. Şu dalmalarınızda olmasa, o bana çok dokunuyor, çok!.. Allah'ım yardımcınız olsun. Ah oğlum!.. Size gelecek bela bize gelsin. Tırnağınıza diken batsa, bilesiniz bizim yüreğimize batar. Uzat ayaklarını, uzat uzatta rahatına bak Umran'ım. Anan kurban olsun size. Şu çullamayı bir hazırlayayım, çoraplarını da değiştireceğim. Birkaç çift çorap dokumuştum ya!.. Hasan'a giydirdim. Bir çifti Babür'üme, diğeri senin. Çıkar çoraplarını, oda ısındı, nemlenmişlerdir çoktan.
Umran bir yandan Hala'yı dinlerken, diğer yandan da tekrar sokağa dalmış, toparlanmaya çalışıyordu.
Bu duyguyu bilirmisiniz, bilmem!.. Bazen insan gerileri çok sonra nizamlamaya çalışır ya, öyle bir duygudur bu...
Aslında rahatlamış ve kendine gelmeye başlamıştı. Buhar üfüren güğüm hatıra krateri gibi fışkırıyordu. Acaba, Halime halaya açılsa mıydı? Hayli utangaçtı bu konularda. O'na, kendi hakkında yanlış bir intiba vermekten hayli kaçınırdı. Nede olsa onlar, Halime Halanın savaşçılarıydı. Yok yok olmazdı, elbet. Zamana bırakmalıydı her şeyi. Zaten kendini dağa attı mıydı, konu kendiliğinden donmuş olurdu.
Halime hala her zamankinden daha durgun gördüğü Umran'ı, konuşturmak adına konu arıyordu.
- Ha!.. Ne diyordum?.. Evet, işte... Köye niçin başka başka taraflardan girdiniz?.. Gel ki siz bilirsiniz, doğrusu öyledir şüphesiz. Her hangi bir şey yok değil mi, Oğlum?..
Umran:
- Yok Ana yok. Hiçbir şey yok, kötüsü de bu ya!.. Geldiğim sokakta kalmıştım biliyorsun ya...  Öylesine oradan geldim işte. Ev, arkadaşım, sokak, soğuk, hüzün, hepsi beni bekliyordu sanki... O sokak, öyle kalabalık ki ana!..
Kadın şaşkın ve hiç bir şey anlamamış bir yüz ifadesiyle Umran'a bakakalmıştı. Umran  Hala'nın bu sevimli haline, kısa bir kahkaha ile cevap verip,  yeniden yumuşattı onu. Ama Hala ikna olmamıştı;
- Oğul yoksa?.. Yok ama!.. O sokakta kimin kızı!.. Yok yok, yanılmışımdır heralde!..
Kıskıvrak yakalanmıştı Umran!.. Hala zeki, zeki olduğu kadar kurnazdı. Umran'ın sözlerinden, 'bir gönül meselesi' olduğuna, çoktan parmak basmıştı bile...
Umran, " şaka, şaka!.." diye konuşmasını sürdürse bile!..
- Şaka, şaka!..  Halime anam, şaka... Gerçek şu ki: o sokak ta, hazin hatıralarım var. Şimdi girmeyeyim o konulara. Ama sen Halime anam, senin bize o sokakta çok emeğin var... Köyde kendi insanlarından dahi saklamıştın bizi. Neydi o sözün; " … Oğul, yar duyar yara olur, yaren duyar ar olur!.. " Çok hoştu, çok…
Umran sözü dolandırdıkça, sohbetin 'meçhul kızın' mevzusuna gelmemesine özen gösteriyordu. Ancak ne kadar zorlasa da konu sokakta ikamet eden diğer ailelere gelmişti çoktan; 
- Öyledir oğul. O sokaktakiler hep kadim komşumuz, eşimiz, dostumuzdur. Ama çoluk çocuk ne kadar tembihlilerse de, büyüklerimiz boşuna dememiş;  " çocuktan al haberi..."  Çocuklar  farklıdır. Bakarsın hiç yoktan ağzından biri birşey şey kaçırır, maazallah. Buydu yani, çocukları kastetmiştim. Hah işte Babür'üm de geldi, sesi geliyor.
Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi