MENÜ
Erzurum 15°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (9)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
30 Mart 2009 Pazartesi

Çeçenya ah Çeçenya... (9)

Bir lahza, Babası geldi aklına. Yiğitler yiğidi elli beşlik esir. Onu da su içerken yakalamışlardı. Oğluna karşılık, isyan sırlarına karşılık götürmüşlerdi. Önce Groznyy sonra Moskova... Uzun işkencelerden sonra, Moskova'da tecrit kuyularının birinde, resmi raporunda  zatürree den  öldüğüne dair yalana rağmen, öldürülmüş olduğu kesindi.
Sonra, aradan geçen yıllar... Kara yıllar… Koskoca dört yıl. Sonra!..  Groznyy'den akademik formasyonunu bırakarak köyüne sığınışı. Önceleri sıkıldıkça, ailece geldikleri bu köyde, artık yerleşik köylüler kadar pişkin ve hamarattı. Ailesini uzaklara benzete benzete yaşıyordu işte. Kendisi burada, ağabeyi dağlarda, anne!.. Son mektubu üç yıl evvel ellerine geçmiş hüzünlü ve acılı satırlarının da gerisinde, haber yok. Kocasının ardından, nüfuzlu bir takım uzak akrabalarının himmetini sağlamak adına gittiği  Moskova'da kayıp. Bütün resmi müracaatları,  azarlanmak ve hakaret görmekten başka sonuç doğurmamıştı.
 Hatta birkaç kez, bu ısrarlar onun da sorgulanmasına gerekçe yapılmış, son keresinde iki kadın subay tarafından haftalar süren işkenceler yapılmıştı. Abisine ve babasına ait ne bilmiyorsa, onlar adına saçları ıslatılarak elektrik verilmiş, kolu kırılmış, vücuduna dizanteri mikrobu verilerek, hayatından ümitlerin kesildiği bir aşamada köyüne yakın boş bir arsaya atılmıştı. Oda ibret olsun diye. Sonra aylarca süren tedavi ve sıkıntılar için azap demek hafif  kalırdı. Savaşçılar arasındaki hekimlerin kıt ecza stoklarından kullandığı ilaçlar, otacıların özellikle ortopedik müdahaleleriyle geçen onca ay... Halası kucağında, teselli pınarı biricik abisini gözlediği, geldiği geceler dünyaların onun olduğu günler…
Hala hala, abisinin ne gün geleceği  belli olmayan süreçlerde beklerken,  hasretiyle her gece yolunu bekler, bazen uyumamaya çalışır, bu yüzdende çoğunlukla geç uyanırdı. Köye adaptasyonu, Abisinin birer ikişer satın aldığı, bilahare bir dam dolusu sayıya varan hayvanlara bakma mesuliyetiyle kolaylaşmıştı. Akrabaları, özellikle Halasının ona ancak bir anneden beklenebilecek kadar yakınlığı, dededen kalma ve abii tarafından çok önceden kullanıldığı belli olan bu eski eve taşınması, ayrı bir sorumluluk hazzı doğurmuş, onda aile hissini yeniden var etmeye başlamıştı...
Genelde kitap okuyarak geçen günler, hayata abanmış çoğu belirsizliği tolere edebiliyordu. Tren kompartımanındaki çocuk gözlerin, telefon direklerini yolun gerisine yığdığı türden, hayat yolunun gerisi genç yaşına rağmen tıka basa doluydu. Daha başka veya yeni bir acıyı kaldıramam dedikçe, daha başka, daha ne  acılar sığmıştı bu yüreğe. İnsanın hatıralarından daha büyük bir depo var mıydı? İpe sapa gelmeyen yiğitleri bir küçük kundak ıslah ederdi ya, zamanda öyle bir oyuncak bulmuştu yüreciğinde... Gönül!.. Tesellileri arttıkça gülümseyebiliyordu da artık... İnsan hatıralarına doğru 'yok' misli var, yaşayacaklarına doğru 'var' misli yoktan ibaretti.. Gayrı, Hazar'a kurşun sıkarak sandalın öcü alınır mıydı?.. Bunu zamana bırakmıştı...
 Uzaklarda Babacığı, ona ya su sesiyle, ya rüzgarla teselli gönderip dururdu. Hep şu temayı vurguluyordu;  " Zührem, iradeli ol!.."
Bazen, kendine kızmıyor da değildi. Olur olmaz, hesap soruyordu ya!..
- Bu çirkin kuş ta kim?..
-İrade!.. Yok ve var arasındaki kirli saçlı  arabulucu...
-Eyvahlar olsun!..
-Alemde ne oluyorsa, daralan ve dünyasını kaybeden akıllıların deli oynattığı, sezgilerin heba olduğu, umutların yüz kızarttığı ve ne kadar hesap varsa onların küllerini savuran, harfler kadar estetik, kıble rüzgarı kadar serin bir dünyada, yalnız kalmış özler ve yapay kabukları... Ben bu çöplüğü karıştırıyorum!..
-Baba, köz içinde abu hayattan öz olan Baba!..
-Serçe öksürüğüne tav olan atmaca misali bir dünyada, gel de diyalektikle fikri arkadaş et!.. İradenin saçlarını yıka, yüreği uzat, aklı al!..
-Nasıl!?..
-Ateş içmişlerin sarhoşluğunda. Bazen duvarda asılı silaha, bazen dağlara bak... Ne şiirin, ne büyünün, ne matematiğin, ne edebiyatın, kısaca ne kadar oyalamaca varsa hiç birine iltifat olarak değil, nispetleri ölçüsünde dik ve ayakta dur...
- Kelimeler acı veriyor... Anne, baba, vatan, dağ, estetik, şehir vesaire vesaire. Sarhoşları sızmış bir ülkenin kaldırımları kadar kirliydi lisan...
-' Ey koyuluk!' diye, iç geçirmekle başla bu geceye!..
- Ey dudaklarını kaldırım göbeğinde ıslatan ürkek gölge, çam iğnelerine daha ne kadar yaslanacaktı tüfekler.
Ey özgürlüğümün esmer sevgilileri!.. Gri bulutların avucundan düşen mendil kadar yumuşak, yüreğe çarpan veda taşı kadar sert bir şarap bu...
Ancak namludan içerim bu şarabı. Ey susan hikaye, ey ağlara dolaşmış dev,  senide  şarap kokan muskalar mı böyle yaptı?.. Bu yüzden mi, şimdi yağmur suyu içip duruyorsun?..
- 'Neredesin?..'  Diye, sorduğum huzur, bu tarih müebbedi de kim diye, sorarsa; tüfeğin  tanıdığı insana kim  diye sorulur mu?.. Diyebiliyorum artık... Ben artık 'o'yum işte... Adından değil vasfından tanınacak insan. Artık kendi kendimle, annemi, sevgilimi değil, davamı konuşmaktayım. Çünkü en güzeli o, esmerlerin.
- Ben esmerliğe varım. Fikrin siyah olanına. Kara kaşlı olanına!.. Öç kadar esmer, merhamet kadar ak. Huzur hakkı kadar fikre müebbed...
- Yığınla karalama yırttım. Rüyalar dilenci cüzdanlarına sığındı. Hayatım kadar pahalı isyanlarım var artık.
- Karanlığı, soğuğu, çirkini bir araya getirdi burcum... Artık  bu boş şişeleri, göğe fırlatma zamanı!.. Esmer bir ufkun önündeyiz artık... Okyanusla, Fransız topları arasına sıkışmış Molla Resul gibi;  "  her şeyimizi kaybettik Molla Resul!.."  Diyen kargısına; "hayatta her şeyini kaybetmeye değecek, hiçbir şeyin olmadı mı?" demişti ya!..
Kapı çalınınca irkildi. Dağlara doğru öyle coşkuluydu ki, son cümlelerini tamamlayamadığı için kızdı...
 Pencereyi açıp, aşağıya baktı. Halasıydı. " Geliyorum hala " diye, seslendi. Aşağı indi. Emniyet payandası, kilit derken, seri hareketlerle kapıyı açtı.
- Yine geç uyandım değil mi Halacığım?
Hala panikliydi;
- Kız Zühre!.. Köye doğru yaklaşan bir rus konvoyu var...
- Vay!.. Ne taraftan geliyorlar?..
- Vashindoroy istikametinden.
- Deyyuslar!..Vaktimiz var öyleyse.
- Hayır, dağlara işaret dumanı göndermeliyiz... Olur ya yolda izde olan olur. Evlatlarım gafil avlanır yoksa.
- Daha neler Hala, onlar şimdi çoktaaan haber almışlardır.
-Hayır, zannetmiyorum. Planlı devriye değil. Gelme zamanlarına daha vardı...
-İlahi Hala! Dur birkere düşünelim... Haberi kim getirdi?
- Uruz'lu Süleyman.
- Bu deli, hayal görmesin yine... Diyordu ki Zühre, patır patır öten helikopter sesi, köyü dövmeye başlamıştı bile...
-Gördün mü, bak geliyorlar işte... Kuduzlar... Diye bağırdı Halime ana.
Helikopterin köy semalarında uçuşu, yöreyi önce ön incelemeden geçirmek anlamına geliyordu.
Önce çok yükseklerden uçacak, sonra geniş kavisler çize çize  elli yüz metreye kadar alçalacaktı. Eğer her zamanki türden bir keşifse, sırasıyla insanlar sayılacak, sonra hayvanlar, mezarlık, sonrada mahal kontrolleri yapılacaktı.
Bu arada köyün çevresinde eşelenmiş yada kazılmış intibası veren yerler yine köylülere kazdırılacak, kontrol edildikten sonra yeniden doldurtulacaktı. Bu tipten mezar açtırmaları, köyde birkaç yaşlı adam dışında erkek kalmadığından, genellikle orta yaş gurubu kadınlara yaptırılırdı.
Belli ki yine; "Ölen kim?.."
"Burada yatan kim?.."
"Gerçekten gömülen omu?.."
"Bu mezarda ne sakladınız?.."  " Bu mezarda gerçekten biri var mı, yoksa asilere karışan biri oldu da onun adını mı kamufle ettiniz?.." Türünden, sürüyle soru ve tacizlere maruz kalacaklardı.
Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi