Yine eskilere ait güzel bir sözle başlayalım: “Göz neyi görmek isterse eşyaya öyle bakarmış”
Buradan hareketle, Erzurum’a nasıl baktığımıza bir göz atalım mı?
Abdurrahman Gazi’den, Palandöken’in zirvelerinden temaşa çok yapılmıştır da, Esat Paşa haziresinden deneyen kaç kişi var? Bir büyüğümüzün “Erzurum’un manevi generalleri” tarifi etrafında…
Veya merhum Solakzade’nin huzurunda Erzurum’u düşünmek! Onların bugüne dönük projeksiyonlarıyla halin fotoğrafını yan yana koyarak!
“Vatan” mefhumunu içselleştirmişseniz bakışınız da, gördüğünüz fotoğraf da çok nezih olacaktır. Değilse, “kanıksamak” kavramıyla örtüşen bir hal üzere kalırsınız!
“Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler”.
“Kentimiz giderek başkalaşıyor” çıkışımızın duyulmamasına bir gerekçe girişteki tespit olmasın?
Zihinlerimize nakşolan Erzurum silueti. Yani, kim ne yaparsa yapsın, biz bizdekini görüyoruz, oraya takılmış haldeyiz.
Solakzade ile özdeş Erzurum. Mevlaya emanet bırakılmış geçitteki kent.
Aslında yüksek düşünce sahipleri bu durumu kutsasalar da, hakikat hiç de öyle değil. Narkoz yemiş hasta hali.
***
İstanbul’u ziyaret eden bir seyyahın tespitlerini okurken Erzurum’a sahiplik edenlerin o günkü tasavvurlarını hayal ettik.
Sahi, 50 yıl önce Erzurum’un 50 yıl sonrasına nasıl bir bakışları vardı?
Acaba, o ecnebi seyyahın İstanbul için aklından geçenleri düşünmüşler miydi?
Öyle ise, ne büyük kahır, ne tarifsiz ıstırap çekmişlerdir ki…
İsterseniz İstanbul’dan olmasa da, oraya aşk derecesinde sevgi duyanın kaleminden dökülenlere dikkat kesilelim.
“… Gelecekteki İstanbul’u, tehditkâr ve hazin ihtişamıyla yeryüzünün en güler yüzlü şehrinin kalıntıları üstünde yükseltecek o Doğu’nun Londrası’nı görür gibiyim. Tepeler düzleştirilecek, korular yerle bir edilecek, rengârenk küçük evlerin yerinde yeller esecek; ortasından sayısız, upuzun fabrika bacasının ve çan kulelerinin yükseldiği binaların, imalathanelerin ve işyerlerinin sert uzun hatlarıyla ufuk her taraftan kesilecek; düz ve birörnek uzun sokaklar İstanbul’u ızgara şeklinde birbirine paralel binlerce kocaman yola ayıracak; telgraf telleri gürültülü şehrin çatıları üstünde devasa bir örümcek ağı gibi iç içe geçecek;… göğü devasa bir kara bulut daimi olarak kaplayacak. Bu manzara gözümün önüne gelince kalbim sıkışıyordu…”
Eminiz Alvarlı Efe de, Solakzade de aynı daralmayı o engin ve temiz ruhlarında hissetmişlerdir.
Ve yazık ki, İstanbul için düşünülen hazin durum nasıl gerçekleşmişse, aynı şey Erzurum için de geçerli olmuştur.
***
Modern vakitlerdeyiz ya, kentlerimiz de öyle olmalı diyoruz!
Gökdelenler, devasa fabrika bacaları. envai türden araçlar, marka çeşitliliğine boğulmuş mağaza vitrinleri.. Uçuk, sanal hayaller.
Ne büyük bir illizyonun etkisi altında olduğumuzun farkında bile değiliz.
Bindiğimiz dalı kesiyoruz, hayat iksirimizi kendi ellerimizle dipsiz kuyulara boca ediyoruz.
Bu durumu izah ancak “görmek istediğimizi eşyaya rapt edişimizle” mümkündür.
İhtimal ki, Erzurum’un en merkezi yerine kondurulan dev beton yığınını, bir AVM olarak değil de, Alvarlı Efe’nin leblebici yokuşundaki nezih mekanı gibi algılıyor zihnimiz. Oysa, o güzel haneyi Erzurum körlerinin yer ile yeksan ettiğinden dahi haberdar değiliz.
Fark edelim ve eşyayı olduğu gibi görmeye çalışalım artık!
Yoksa uyanışımız, adından başka bize ait hiçbir şeyi kalmayacak kente doğru olacaktır!
KAYNAK: http://www.gazetepusula.net/yazarlar/30/merhum-solakzadenin-gozuyle-erzurum_1664.html