“Biz benliğimiz kurtarmak, hakkımızı almak için ortaya atılıyoruz. Eğer birleşir, tek bir kale haline gelirsek, o zaman gelişmemiz, uğraşmamızla isteklerimizi elde edebileceğiz”
Dr. Fazıl KÜÇÜK
Sovyet Rusya’nın dağılması, dünya ölçeğinde adeta deprem etkisi yaptı. Bugünlere kadar bağımlı olarak ayakta kalan ülkeler de arayışa girdiler. Özgür olsalar bile yönetimlerinde boşluklar oluşmuştu. Bu noktada özgürlüklerini ve bağımsızlıklarını kazanan Türk topluluklarının ne yapacakları ayrı bir merak konusu idi. İlk anda oluşan baskılar nedeniyle kendilerini anlatmakta zorlandılar. Adeta sudan çıkmış balık gibi idiler. Oluşan boşluğu ortalık yerden kaldırabilmek adına Bağımsız Devletler Topluluğu kuruldu.
Türkiye Cumhuriyeti oluşan boşluğu doldurmakta ne yazık ki yetersiz kaldı. Olaya duygusal boyutu ile bakmak siyasetçilerin işine geliyordu. Bu bakışın yanlış olduğu kısa sürede ortalık yere çıktı. Yüce Atatürk’ün 29 Ekim 1933 gününde yaptığı konuşmasında belirttiği gerçekler konusunda hazırlığın yapılmadığı belli olmuştu. Uluslararası ilişkilerde duygusallığın yerinin olmadığı olamayacağı gerçeği de görüldü. Duygusal yaklaşım kısa sürede ters etki yaptı ve ilişkilerde sıkıntılar yaşanmaya başladı.
Yüce Atatürk, konuşmasında, “ Bu gün Sovyetler Birliği dostumuzdur komşumuzdur. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bu günden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya - Macaristan gibi parçalanabilir.
Bu gün elinde sımsıkı tuttuğu uluslar avuçlarından kaçabilir. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir…
Bizim bu dostluğumuz iradesinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Uluslar buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak… Dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür… Tarih bir köprüdür…
Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir” öngörüsünde bulunuyordu.
Buradan gerekli ders veya derslerin alındığını söylemek olası değildir. Bir süre sonra Türkçe Konuşan Ülkeler toplantıları yapılmaya başlandı. Oluşumun başlığındaki Türkçe sözcüğünün dışında, kendi dillerinin ötesine geçerek Slav dilini kullandılar. Son toplantıda ise kendi öz dillerinde konuşmayı yeğlediler. Bunun sonucunda bildiri farklı dört dilde yayınlandı. Bu uygulama soru işaretlerini de beraberinde getiriyordu. Kuruluş aşamasından sonra oluşturulan bazı kuruluşlar bile birlikteliği ne yazık ki sağlayamadılar.
10.su geçtiğimiz günlerde İstanbul’da yapıldı. Türkçe Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi’nin toplantısına Özbekistan ile Türkmenistan’ın katılmadığı biliniyor. Bu toplantılara Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de ne yazık ki katılamadı. Nahçıvan Anlaşmasına göre Konseye, bağımsız devletler üye olarak kabul ediliyor.
Alınan bu kararın değiştirilmesi çok zormuş gibi bu konuda çaba harcanmamıştır. Bu sıkıntıyı çözmek Dışişleri Bakanlığı’nın asli görevi olsa gerek. Bu konuda çaba harcanmadığını da söylemek durumundayız. Aksi halde “bir ulus altı devlet” söylemleri havada kalacaktır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin dilinin de Türkçe olduğunu bilmeyenler veya unutanlar için yinelemek gerekiyor mu ne…
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kısa ve orta vadede anılan Konseyde yer alması, Dışişleri Bakanlığı’nın çabası ile olanaklı olacaktır. Bu durum üzüntü vermenin ötesindedir. Sıfır sorun diyerek yollara düşenlerin bu sıkıntıyı aşmaları gerekmektedir. Bu hakkımızı saklı tutuyoruz.
Yayımlanan sonuç bildirisinde, 60 maddenin izlenerek çözümü öngörülüyor. Toplantılara katılmayan Türkmenistan ile Özbekistan’a selam ve sevgilerin sunulmasını toplantının, “selam, oğlu selam toplantı bitti vesselam” diye tanımlamak gerekmektedir diye düşünüyoruz…
SEVGİ ile kalınız…