Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde 19 Nisan 2009 günü yapılan erken milletvekili seçimlerinin sonucu, yeni bir umuda yolculuğun da göstergesi oluyor.
Kıbrıs Türkleri, adadan gidici değil kalıcı olacaklarının da mesajını da ilgili veya sorunlu olan herkese vermişlerdir. Seçim sonuçlarının birincil fikrinin de bu olduğunun herkesçe paylaşılması ve kabul edilmesi gerekiyor.
Referandum sürecinde verilen sözlerin buharlaşması sonrasında, Kıbrıs Türkleri, tepkilerini milletvekili seçimlerinde vermiş oldular. Adada yaşanan bu güzel ve onurlu duruşun Orams Davası ile gölgelenmek istendiği de ortalık yere çıkmıştır.
Ortodoks Kilisesi’nin önderliğinde başlatılan adanın kuzeyindeki Rum topraklarına el konulması hareketinin yayılarak ve genişletilerek bu noktaya taşınacağının da çok önceden görülmesi gerekiyordu.
Çünkü Loizidu davası diye başlatılan süreç, Aresti davası ile yeni bir boyut kazanıyordu.
Orams davası ile de sorunun hızla çok tehlikeli bir noktaya doğru taşınmakta olduğunun artık görülmesi gerekiyor. Bu tür davalar devam edeceğine göre, gerekli olan çalışmaların bir an önce yapılması bir zorunluluktur.
Geçmişe kısaca bakacak olur isek, Loizidu davasının münferit bir dava olacağı ve genele taşınamayacağı düşünülmüştür. Bu bakışın sakat bir yaklaşım olduğuna ilişkin görüş, o dönemde kabul görmemiştir.
Geçmişe bağlanıp kalmanın anlamsız olduğunu biliyoruz.
O zaman yapılması gerekenleri yeniden paylaşmak durumundayız Şu anda soruna çözüm bulma görüşmelerinin, hızlandırılmış turlarla sürdürülmesi kararı alınmıştır.
Toprak konusu es geçilerek bu noktaya gelinmiş olması çok tehlikeli bir yaklaşımdır. Özellikle Türk Vakıflarına ait olan toprakların statüsü sorgulanmalıdır.
Görüşmeler sürdürülürken Rum tarafı sürekli olarak mülkiyet ve toprak konusunda, “mülkiyette, malın eski sahibinin ilk sözü söylemesi” gerektiğini savunuyordu. Mülkiyetle ilgili çalışma grubu üyesi Serden Hoca, haklı olarak konuyu gündeme taşımıştır. Geçte olsa bu konuyu gündeme taşıdığı için kendisini yürekten kutlamak istiyoruz.
Görüşmeler sırasında Serden Hoca, “Mülkiyette, malın eski sahibi ilk sözü söyleyecekse 1900 - 1948 yılları arasında yağmalanan ve istimlak edilen 270 bin dönümlük Vakıf malları ne olacak? Bizde malımızı istiyoruz. Yağmalanan mülklerin ilk sahibi Evkaf’tır. Bu konu masadadır. Mülkiyet ibrazları yapacağız. Uluslararası tarafsız kurum da oturup karar verecek” diyordu. Geçte olsa bu noktaya geliniyor olması umutların yeniden yeşermekte olduğunun da kanıtı olmaktadır.
Bu noktada Avrupa Topluluğu Adalet Divanı’nın uluslararası ve tarafsız bir kurum olmadığının da kabul edilmesi gerekmektedir. Daha önceleri Kıbrıs Türklerini ilgilendiren konularda verdikleri kararlarla da sabıkalı durumdadırlar.
Verdiği kararları sürekli tartışılan bu kurumun son olarak verdiği karar, yasal değil politik bir karardır. Rum basını bu karardan yola çıkarak saldırılarını sürdürmektedir. Kararı, “Yağmaya Fren… Yağmacılığa Son… Tek Egemen Devlet Kıbrıs Cumhuriyeti… Mülklerimizle İlgili Karar Türkiye İçin Şamar” diye duyuruyorlardı.
Avrupa Birliği Komisyonu bir süre önce, “10. Protokolün bir anlaşma oluncaya değin, AB Yasalarının Kuzey Kıbrıs’ta uygulanamayacağı” kararını almıştı. Bu kararın olduğu bir kurumda, Orams davasına ilişkin olarak verilmiş olan karar ise havada kalmaktadır.
Bu kuruluşun adını Avrupa Topluluğu ADALETSİZLİK Divanı olarak değiştirmek gerekiyor mu ne…
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde göreve yeni başlayan hükümete ağır bir sorumluluk düşmektedir. Adanın güneyinde İngilizlerin marifetleri ile gasp edilen Türk Vakıflarına ait toprakların konusunu birincil öncelikle ele almaları gerekiyor.
Uluslararası mücadele, iğne ile oya işlemekle koşut bir mücadele yöntemidir ve uzun bir soluğu gerektirmektedir. Rumların yıllardır sürdükleri bu yöntemin gasp edilen topraklarımızla ilgili olarak yapılmasını zorunlu görüyoruz. Seçimlerde Kıbrıs Türkleri bu konuda da mesajını vermiştir.
Türkiye’den de alınacak hukuki destekle ve ortak olarak yürütülecek çalışmalarla güzel sonuçlara ulaşılacağına inanmaktayız. Anadolu insanı da siyasetçilerden bunun sağlanmasını istemektedirler.
Geçtiğimiz hafta içerisinde katıldığımız bir panelde izleyicilerden akademik unvanı olan bir takım kişiler “Kıbrıs sorununun milli bir dava olmadığı söylemekle kalmadılar. Yıllardır yürütülen mücadelenin Türkiye ve Yunanistan’ın destek vermeleri sonrasında Türk faşistlerle Rum faşistler arasındaki bir mücadele olduğunu” söylüyorlardı. Bilim adına görev yapanların düzeyi bu olduğuna göre neden mesafe alamadığımız ortalık yere kendiliğinden çıkmış oluyor.
Azerbaycan’la yaşanmakta olan kırılmanın en kısa sürede ortalıktan kaldırılması siyasetçilerin elindedir. Bölgede 20 yıla yakın bir süredir kurulan bir denge vardır. Açılması düşünülen kapı ile dengenin bozulacağının da bilinmesi gerekiyor.
Ortak sınırı tanımamakta ısrar eden ülkeye hangi sınırı da açacağımızın sorgulanması gerektiğini söylemek istiyoruz.
SEVGİ ile kalınız…