Ülkemizde, "şehir kimliği üzerine düşünce okumalarının", tatmin edici olmasa da, az da olsa arttığı son yıllarda, bir şehre rengini ve üslûbunu veren mekânlar hakkında yazılıp çizilmektedir.
Evler, camiler, hanlar, hamamlar, medreseler bunların en önemlilerindendir ve bu yapılar; sahip çıkılmadığı için yıkılıp tarihe karıştıklarında, onlarla birlikte artık geri getirilmesi mümkün olmayan bir medeniyetinde yok olacağının farkına varmanın vakti gelmedi mi hâlâ?
Hele de bir zamanlar, geleneksel hayat tarzının yaşandığı o “eski evler” yok mu? Bir yeri imar ederken, buna ait kültürü ve düşünceyi elde edememiş olmamızdan ve dolayısıyla, bu işi belli bir plan dahilinde gerçekleştirmediğimiz için, geleceğe bırakmamız lâzım gelenlere dikkat etmediğimizden olacak; bu gün onlardan pek azı elimizde kaldı ki, bunlara da gerekli ihtimamı, ilgiyi gösterdiğimiz söylenemez.
Onun içindir ki, belki koca bir tarihi, eski evlerle birlikte yok ettik.
Halbuki bu millet o evlerde yaşadı ve sohbet etti. Kurtuluşuna sebep olan düşünceler o evlerde dile getirildi.
O mekânları öyle hesapsız ve kitapsız bir hızla yıkarken ya da yıkılmalarına göz yumarken, işin bu yönünü, yani onlarla birlikte şehirlerimizin kimliklerinden ve bizzat kendimizden nelerin kopup gittiğini de düşünmeliydik.
Doğrusu bu bir alışkanlık olsa gerek ki, çoğumuz, ömrümüzü geçirdiğimiz yerin ayrıntılarını pek de merak etmeyiz. Ona bir bütün olarak bakarız. Herhalde, orada yaşadığımızdan, nasıl olsa bir gün, bilmediğimiz köşelerine de yolumuz düşecektir umudunu saklı tutarız içimizde...
Bu sebeple, doğup büyüdüğümüz, ekmeğini, aşını yediğimiz yerin sağını solunu görmeye bir türlü vakit ayırmayız. Binlerce kilometre ötedeki bir yer hakkında bilgi sahibiyizdir de, az uzağımızdaki bir yeri hatırlamakta ve tarif etmekte zorlanırız. Büyük ihtimalle, ancak kabataslak bir cevap verebiliriz böyle bir soruya. Bunu da geçelim...
Şehrin içine serpiştirilmiş tarihi eserlerden kaç tanesini doğru dürüst gezmişizdir. Oysa; "Şehirlerin hafızası yeniden okunmak için bizi bekliyor."
Mimarîsi yok edilen, esasta ise, çağın olumsuzluklarına karşı direnmesini sağlayacak üslûbunu ve o kendine has insan unsurunu yitiren şehirlerimiz, bugün sadece ikâmet etmemize yarayan birer alan haline geldiler.
Çünkü, şehre anlam kazandıran, “insan, mekân ve geleneksel değerler” üçlüsü, tarihteki öneminden çok şey kaybetmiştir. Bu üçlünün ortasında her zaman olduğu gibi insan vardır. Zira, diğerlerini şekillendiren ve estetik ölçülerde belli bir kalıba oturtan, üçlünün birbiriyle bağdaşmasını, bütünleşmesini sağlayan insandır. Geçtiği yerleri güllerle bezemesini bilen de odur, virâneye, harabeye çeviren de...
Dedelerimiz bunu bilip, böyle inandıkları içindir ki, çalıştıkları mekânları olduğu gibi, evlerini de, benimsedikleri değerler manzumesini ölçü alarak yapmış olmanın huzuru içindeydiler. Zamanlarını, bizim gibi, sunî bir takım bezemeler ve hiç bir orijinalitesi olmayan ev dekorasyonu uğrunda harcamamışlardı.
Biliyorlardı ki, insan elinin maharet ve inceliğinden pay almamış bu tür süslemelerle doldurulan ve “huzuru besleyen” öğelerden soyundurularak göğe doğru yükseltilen evler, insan ruhuyla uyuşmaktan uzaktır.
Şimdilerde, sanat değeri taşıyan ne bir kapı tokmağımız var, ne de, el emeği göz nuru bir dolabımız...
Ve de bakınca, insanı hayran bırakan tavan süslemelerimiz... Hepsi ama hepsi makine mâmulu, hazır imâlat...
Şehirlerimizin anılarına sahip çıktığımız iddia edilemez. Tıpkı onları yapan ustaların ve o ustalara onları yaptıranların hatıralarına sahip çıkmadığımız gibi...
Eskilerin, bugüne ve ötelere ait düşünceyi temel alarak kurdukları, köşesine bucağına dünyevî ve uhrevî hayattan kokuların sindiği bu evlerin, dikkatten kaçırılarak tek tek yok edilmesi, bu söylediğimizin delili sayılabilir.
Bugün; yolcuları tarafından aranan şehirlerin sayısı her geçen gün artmaktadır.
Bu şehirler; en yakın zamanda işinin ehli kişiler tarafından ciddi şekilde el atılacağı günü beklemekte, üslûbuna ve rengine yeniden kavuşacağı günün hayaliyle avunmaktadırlar.