MENÜ
Erzurum 18°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çarşılar Vardı…
İsmail Bingöl
YAZARLAR
29 Eylül 2008 Pazartesi

Çarşılar Vardı…

Sabrın ilmik ilmik dokunduğu... Kanaatin ve tevekkülün kanatlarıyla uçulduğu... Alış verişin telaşlı ve gürültülü ortamında bile... Sükûtun ince ince kurulduğu... Girenin çıkanın... kılın kırka yarıldığı bu mekanlarda, dinginliğin ve helal kazancın havasını soluduğu... Kapı önlerine atılan iskemlelerde oturan, işini gönül rahatlığı içerisinde evlatlarına devretmiş esnaf makûlesince muhabbet sofrasının kurulduğu... çarşılar vardı… çarşılar…

            Onlar ki; kendi zamanlarını da beğenmezler ve geçmişin yüreklerde bıraktığı tadı, şimdiyle mukayese ederek, zamanenin ne kadar değiştiğinden, artık ne o eski esnafların ve ne de o sözüne itimat edilir, borcunu zamanında ödeyen sadık müşterilerin kalmadığından dem vururlardı. Gönüller paslanmış, yürekler kararmış, diller yalanla hemhal olmuştur. Bir “ahh!” ünleyişiyle sohbet sürer giderdi saatlerce... Ta ki; ruhları uyanmaya çağıran bir ezan sesiyle irkilinceye kadar...

            Ve yine o zamanlarda ki… Kimsenin kazancında kimsenin gözü yoktu. Kanaat, tevekkül ve itaat üçlüsü el ele vererek kazanılanı bereketli kılıyor ve insanlar; varlıklarında olduğu gibi yokluklarında da yanlarında birilerini bulacaklarının, kendilerine uzanmış dost ellerinin yardımıyla tekrar doğrulacaklarının güveni içindeydiler. Bir sebep ya da bir hata sonucu elimdekini avucumdakini kaybedersem, yarınımda yokluğa mahkum olurum ve bir kenara atılırım endişesini yüreklerinde taşımazlardı sürekli... Dostluğun ve komşuluğun uzunluğu, dünya ve ahret arası idi.  “Düşenin dostu olmaz.” sözü henüz bu kadar revaç bulmamıştı ve yaşamak bu kadar mihnetli, böylesine anlaşılmaz değildi. Vefanın; şimdiki gibi adı yalnızca  İstanbul’da bir semt adı olarak anılmazdı. Kişinin yanında bulunanlar,  sadece ikbal zamanlarında değil, oradan düştükten ve hatta bazıları asıl bundan sonra onunla olmayı kendilerine görev addederlerdi.  

            Aşkın tadı tuzu vardı ve aşıkların selamı sabahı önemsenir, sözleri gönüllerde iz bırakırdı. Daha bir mutluydular insanlar o günlerde her şeye rağmen… Sözü daha fazla dağıtmadan yine çarşılara gelirsek…

            Çarşılar ve pazarlar, şehre asıl hüviyetini kazandıran yerlerdi. Alıcıyla satıcının sürekli karşılaştığı, selamlaştığı, merhabalaştığı, dostluk oluşturduğu,  ama dostluğunu alış verişine katmadığı önemli uzuvlarındandı şehrin...

            İnsanın çalıştığı, oturduğu mekanın, onun kişiliği üzerinde önemli etkiler bıraktığı bir gerçektir. Bu gerçek bilindiği için olsa gerek; eskinin tevazu sahibi ve kanaatkar ustalarının ve esnafının oturduğu çarşılar; kibri, gururu ve gözü doymazlığı çağrıştıran lenduha yapılardan müteşekkil değildi. İşin gereğini yerine getirebilecek büyüklükte yerlerdi. En kabadayısı iki kattan fazla yükselmeyen dükkanlar; ahşabın, kirecin, taşın, bazen kiremidin bir araya gelmesiyle oluşturulmuş basit ve sade mekanlardı. Ve buralarda; hezarfen (maharetli, bilgili, işinin ehli) ustalar çalışırdı. Çarşıların yerini, koca koca işhanlar, pasajlar; ürettiği eşyalara alın terinin kokusunu eken ustaların yerini ise; ruhsuz, cansız makineler ve değerlerini maddiyatla değişen insanlar (Sadece yaptığının karşılığını alan ustalar demeye dilim varmıyor.) aldı çoğunlukla… Belki bu böyle olacaktı. Çağın hissettirdiği ihtiyaç oranında olmalıydı da. Ama, bu kadar mı ve böyle mi sorusu da sorulmamalı mı?

Şehir üzerine düşünen ve onu meydana getiren parçaların geçmişi, bugünü ve geleceğiyle ilgili olarak anlattıklarıyla, yaşanacak mekanların nasıl olması ve bunlardan geleceğe bırakılacak olan şekil hakkında fikir sahibi olmamıza önemli katkılar sağlayan Ahmet Turan Alkan, çarşı deyince akla gelmesi gerekenler konusunda da çok şey söylüyor yazdıklarında. Bunlardan birinden birkaç cümleyi buraya alalım:

            “Eski zaman çarşıları, artık nasıl bir şey olduğunu bile hatırlamakta güçlük çektiğimiz “beşerî boyut”un sırrına ve künhüne ermiş bir ilişkiler yumağı, mahalleden tamamen ayrı olmasına rağmen doku itibarıyla onunla bütünleşen ilginç mekanlardı. Bir eski zaman çarşısını yeniden tasavvur etmemizi çıkmaza sokan noksanı aslında, sebatla hırs, kanaatla tamah, zerafetle vahşet arasındaki uçurumda aranmalıdır. Bu alanda herkes birbirini tanır, sayar ve bilir, eski geleneklerini yaşatırdı.” (Ahmet Turan Alkan, Üç Noktanın Söylediği, İstanbul 1995, İnsan Yayınları, s. 269-274)

            Yazarın son cümlesine atıfta bulunarak diyebiliriz ki; onun için bir mal alıp satma sırasında, esnaf parası eksik geldiğinde, hiç çekinmeden dükkan komşusundan alır gelir, ihtiyacını görür ve istemeden iade ederdi. Şimdi bu güvenin, bu nizamın intizamın acaba kaçta kaçı devam ediyor çarşılarımızda?

            Hani bir de, her şehrin ilk izlerini taşıyan eski çarşıları vardır ya; bir türlü vazgeçemediğimiz, her yüzyılda karşılaştığı hoyrat ellere meydan okuyan, başlarından geçen onca felakete rağmen inatla direnen, koca bir geçmişin ve bir o kadar da hatıranın yüküyle yorgun çarşılar… Her şeyin eskitilmiş kokusuna, sattıklarının kokusu karışır bu çarşılarda... Ve tabii; arayan ve dilinden anlayanlar için, rahatlatan ve huzur veren bir atmosferi de, hala taşımaya çalışmaktadır beraberinde… Ve bu çarşılarda, yeni eşyalar bile eski izler taşır; bilmem kaçıncı hayatlarında, hayatın ve zamanın neresinde duracaklarının meraklı yüzleriyle bakarlar insana...

            Bu çarşılarda yaptırılan ya da alınan şey, öyle üç günde bozulmazdı. Ürettiklerinin ve tamir ettiklerinin sahibiydiler ve sorumluluğundan, vebalinden korkarlardı. Çıraklık, kalfalık ve ustalık eğitiminden geçmeyenler, bir meslek kolunda faaliyet gösteremezler ve onunla ilgili teşkilata alınmazlardı. Gençler bire-bir usta-çırak münasebeti içinde şekillenen bir ticarî eğitimin yanı sıra; iyi komşu, iyi insan olmak için de ciddi bir ahlakî eğitim alarak yetiştirilirlerdi. Meslekî eğitimde çırak, kalfa ve ustaların terfileri törenlerle olurdu. Yani her işin bir yolu yordamı vardı ve kimsenin gücü bunu bozmaya, aşındırmaya yetmezdi.

            Çünkü bu yetişmenin ve bu uğraşının kendince bir manevi yönü vardı ve Ümmi Sinan’ın mısralarıyla; bu açılışın sırrıyla alem gül gibi kokmakta, cihan gülün rengine boyanmaktaydı adeta:

Seyrimde bir şehre vardım / Gördüm sarayı güldür gül

Sultanının tacı tahtı / Bağı duvarı güldür gül

 

Gül alırlar gül satarlar / Gülden terazi tutarlar

Gülü gül ile tartarlar / Çarşı pazarı güldür gül”

 

NOT: Bugün arife… Bayram dolayısıyla çarşıların iyice kalabalık olduğu böyle bir zamanda, tamamı, Sivas’ta çıkan “Hayat Ağacı” dergisinde yayımlanan bu yazıyı, belki okuyanlar bulunur ve bu açıdan nerden nereye geldiğimiz konusunda düşünürler diye köşemde tekrar sundum.

            Bu vesileyle; hepinizin Ramazan bayramını tebrik ediyor, hayırlara vesile olmasını diliyorum.  

 

 

 

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2025 Erzurum Gazetesi