Asûde bir güzellik sardı her yanı
Sevdası bağrımızda on bir ay nalan
O peri sûret esirgemedi ziyasını
Yine uğradı semtimize...
Geldi feyz getirdi...
Geldi bereket getirdi...
La'lü gevher, inci mercanla doldu gönüller
Sultandı ki, Sultan'a açıldı eller...
Ey aşkı ruha ilham veren ay
Her katresi bir lezzete imkan veren ay...
Ayrılığın bir acıdır seni kaybedene
Vuslatının coşkusu neş'e veren ay...
Sendedir "Kadir" lerin saklı olduğu gece
Sendedir her şifanın hemdem olduğu gece...
Geldin yine şükür ki kavuştuk sana…
Güzelliğini, insanlığa bahşettiği değerleri, şahsımıza ait mısralarla ifadeye çalıştığımız "Sultan Ay" Ramazan'ın bugün on beşinci günü ve Ramazan'ın güzelliklerini tarif anlamında söylenecek o kadar çok şey var ki daha... Fakat, kime anlatın deseniz, işe hemen geçmiş Ramazanlardan başlayacağı kesin... Buradan, geçmiş Ramazanların daha bir güzel, hafızada tat bırakan olaylarının daha fazla olduğu sonucunu çıkarabilirsiniz. Söze hep "Eski Ramazanlar bir başkaydı." cümlesiyle girilir ve o günlere ait hatıralar perdesi bir bir açılır... Artık ne yoktur ki içinde... Hatimle kılınan teravih namazları... Sahura kadar devam eden tatlı sohbetler... Filan camideki hocanın ne de güzel vaaz ettiği... Daha neler de neler... Hemen hepsi de mazinin sarıp sarmaladığı, o tadı damakta kalmış günlere ait hatıralardır. Şaşırıp da "ya şimdi" diyecek olsanız, alacağınız cevap bellidir: "Şimdi hiç bir şeyin tadı tuzu kalmadı. Çok değişti her şey çook..." Acaba öyle mi; bunu bir de çocuklara sormak lazım.
Zamanın geçmişe taşıdıklarına hasret duyarak kurduğumuz cümlelere bir yazarımızın, 42 yıl önce Milliyet gazetesinde kaleme aldığı, üzerinde ciddiyetle ve derin derin düşünülmesi gereken,“Ne Çabuk Geldi Ramazan” başlıklı yazıdan, ramazanın güzelliğini yaşayamadan, sadece bir yerlere yetişmenin, bir şeyler daha elde etmenin telaşı içerisinde günleri tüketmemizle ilgili birkaç cümlesini araya sıkıştırmadan geçmeyelim:
“Bir ramazan, bir ramazan daha... Aramızdan kaçımız ramazanın döne dolaşa tekrar kışa gelmesini görebilecek?
Alt tarafı, bir ramazan, bir ramazan daha, sonra bir ramazan daha... Bazı sesler duyuyor gibiyim: “Bütün insanlar için, yeryüzünün geleceği için, okullara giden küçük çocuklar için ne yaptın?”
Çürüyecek vücudumuzun dertlerinden kopup, gelecek nesillere gerçekleri haykıracak kadar büyük insanlar yetiştiremiyoruz. Yıllardan beri hep böyle ölümle bitecek insanlar yetiştiriyoruz. Oysa ölümü yenecek insanlara, büyük gemileri kurtaracak kaptanlara ihtiyaç var... Bu enerji, bu hırs, bu kabına sığamamak, o kutsal haykırış, o gerçekler üzerine devleşerek yürümek, nerede?
Ramazanın bundan sonraki kış seferini aramızda kaç kişi görecek?
Büyük olmaktan korkuyoruz. Oysa hayatta en korkulacak şey küçük olmaktır.”
Ramazanın neşesi oruç tutmak, gönülleri şenlendirmek ve en başta kendi ruhumuz olmak üzere, ruhları ışıklandırmaktır. Her gün yaşanan tekrarların paslattığı gözün, dikkat etmeden üzerine basılıp geçilen manzaraları görmesi ve bunlardan kendine düşen payı almasıdır. Hak’kın tecelliğahı olan kalplerin yumuşaması ve bu ayda daha da bereketlenmesi gereken sabrın da yardımıyla; kavgadan, bağrışmadan, atışmadan uzak durmasıdır. İmkanı, gücü, fırsatı olupta oruç tutmayanların, ramazanın feyzinden, coşkusundan, huzurundan gerçek manada nasiplenemeyeceği ise; unutulmaması gereken bir gerçektir.
Ancak ne yazık ki; ramazanla arasında farklı bir bağ oluştuğu söylenen şehrimizde, bu bağın kudsiyetine zarar veren öyle olaylar cereyan ediyor ki; insanın, “Böyle oruç tutmanın kime ne yararı var?” diyesi geliyor. Kavgalar, gürültüler arasında bir başka konu da var ki; yıllar içerisinde kendine has bir şekilde ramazan kültürü oluşturan şehre, onun ruhani havasına hiç mi hiç yakışmıyor. Sohbetin, muhabbetin, aşık kahvelerinin ve daha bunun gibi hoşlukların yerini şimdi bu durum aldı. Teravih sonrası başlayıp, sahura kadar süren oyun oynamadan sözediyoruz. Ancak “Sahurla geliyorlar erkekler” evlerine ve tabii ki bu, çalışmadaki başarıyı ve sinirleri de yakından etkiliyor. Oruçla birlikte yapılması gereken diğer güzel davranışlara ayrılması gereken zamanın böylesine heba edilmesi ne acı!
Yukarıda da ifadeye çalıştığımız gibi; yine de Erzurum ve Ramazan arasında farklı bir bağ olduğu muhakkak… Bunu, biz değil, asıl başkaları, buraya geçici ikamet kaydıyla gelmiş olanlar söylüyorlar. Çünkü onlar dışarıdan geldikleri için, bu durumu daha iyi değerlendirme imkanına sahipler. Onlar burada yaşadıkları ramazan günlerinin başka yerlerdekinden çok farklı bir hal içerdiğini ve bu mübarek günlerin Erzurum’daki başkalığını oralarda bulmanın mümkün olmadığını vurguluyorlar. Ki siz de; ramazanlarda il dışına çıktığınızda bizzat kendiniz bu durumu müşahede ediyorsunuzdur. Bazı olumsuzluklara rağmen, ramazanda bu şehrin yine de kendine has farklılığını sürdürdüğünü rahatlıkla iddia edebiliriz.
Ramazan bu şehre farklı bir boyut kazandırarak, gelişiyle ruhumuza deruni nağmeler salacağı için, on bir ay adeta yolu beklenir. Sanki şehir hep onu gözler… Bunu şundan da anlamak mümkün… Belli bir yaşa gelmiş kişilerin çoğu; ayların geçişini ramazana bağlamış halde, ona ne kadar kaldığını hatırlatıp dururlar. Bu belki bazıları için inanılması zor bir takvim anlayışı… Ama bizzat yaşayan biri olarak bunun şahidiyim. Mesela en yakınımdaki kişi olan rahmetli babam, daima bunu söyler dururdu. Özellikle kurban bayramı da geçtikten sonra, ara da bir ramazana kaç ay kaldığını tekrarlardı. Bu bakış açısını, böyle bir söyleyişin taşıdığı manayı anlamak gerçekten zor. Fakat, nerdeyse her an fanilik düşüncesiyle hemhal olanlar için değil tabii ki… “Dünya bir gölgeliktir.” anlayışını ve inanışını yürekten benimseyip, onu ömürlerine hakim kılanlar, kendilerini başka hangi zamana endeksleyebilirler ki?
Dedik ya! Ramazan Erzurum’da başkadır ve buradakiler onu şiirlerinde de bir başka ele almışlar, içlerindeki duygu selini şiir vasıtasıyla bir başka yansıtmışlardır. Erzurumluların çok sevip değer verdiği ve "Alvarlı Efe" diye andıkları Merhum Alvarlı Mehmed Efendi de, Erzurum'u ve Erzurumluları anlattığı "Erzurum Destanı" adlı şiirinin bir bölümünde yöre halkının bu özelliğini şöyle dile getirmektedir.
“Ramazanda bir ali şan ederler /O şehr-i siyamı zişan ederler / Fakirler gönlünü gülşen ederler / Mevlaya emanet olsun Erzurum / Civanlar pirlere hürmet ederler / Duasın almağa gayret ederler / Ramazana güzel hürmet ederler / Mevlaya emanet olsun Erzurum.”
Eski Ramazan’lar nasıldı? Şimdi nasıl yaşıyoruz Ramazan’ı? Ramazan mı değişti, yoksa bizler mi değişiyoruz da hep eskiye özlem duyuyoruz toplum olarak... Değişirken; eskinin üzerine daha iyisini ekleyemiyorsak, ortaya çıkan tablo hiç de içimizi açmıyor haliyle. Topluca yakınmalar, iç geçirmeler. “Ah ahh, nerde o eski Ramazanlar? Eskiden şöyleydi de, böyle yapardık da, şimdi nerdeee?”
Oysa Ramazan’ı o zaman da yaşayan insandı, şimdi de yaşayan insan… Özlem duyduğumuz ne varsa, yapmamıza bir mani mi var? Aslında değişen bizleriz galiba. Değişen değerlerimiz. Körelen, bozulan, kaybolan, yok olmaya yüz tutmuş bir şeyler varsa eğer, o da sahip çıkmadığımız, bu zahmete katlanmadığımız zenginliklerimiz…
İşte böyle nice nice Ramazanlar, bayramlar geçip gittiler. Arkalarında, onun uhrevî havasına, bereketine doyamayanların gönüllerinde hüzünle karışık hatıralar şeridi bırakarak... Ahmet Rasim’in bir Ramazan sohbetinde dediği gibi;
“Daha ne günler, ne seneler, ne asırlar, ne devirler gelip geçecek ve bizden sonrakiler de, bu geçenler hakkında:
- Göz yumup açıncaya kadar!.. diyecekler... Nasıl ki, bizden öncekiler de böyle demiş, biz de böyle diyoruz!.. Umumi, ezel! bir kanun gereği... Rıza ve tevekkülden başka elimizden ne gelir?”
Hatıraların girdabına düştüğümüzde, güzellikleri de, çirkinlikleri de abartırız. Bu da öyle bir şey mi yoksa? Belki de, bir Ramazan gününde, geçmişin at arabalı, faytonlu sokaklarında görüp geçirdiklerimizi şu iki mısra daha iyi anlatıyor:
"Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim,
Bir peri suret görünmüş, bir hayal olmuş sana..."