MENÜ
Erzurum 22°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Kutsal ve Put’sal arasında
Metin Boşnak
YAZARLAR
4 Eylül 2013 Çarşamba

Kutsal ve Put’sal arasında

Türkler birbirine diğer milletlerin ücretsiz reklamını gönüllü yapan, diğerkâm bir millettir.
Kendileri haricinde hemen her millette imrenecek şeyler bulurlar.
Haldeki durumları bütün tarihte öyleymiş gibi bakmalarında etkendir.
Bazen küfründen dolayı küffarı kötüledikleri oldu.
Sonra yaradanı hatırlayarak, yaratılanları hor görmemeyi anladı.
Nasılsa kendilerinin yaratılanlardan olduğu konusunu pek düşünmediler.
Diğerkâm olunca kendisi ortada yoktu.
Küfrün kendisi kötü, ama “kafir” ille de nefret edilesi değildi.
Ancak bu aynı zamanda ilk Müslümanlar Araplar olduğu için Arapları yüceltmeye de götürdü.
Türklerin bazen cûşa gelip güzel hasletin kendilerinden çıktığını düşündükleri olmaz değil.
Ancak Otağ gördükleri dünyada sütun görevi yapmaları bellerini büktü.
Büktükçe de hasletlerinin tamamı askerlikle, bahadırlığa indirgendi.
Ancak o zamanlarda bile kendilerini merkezde görmediler.
Çin’le başlamıştı özentileri.
Çin’in ipeği, güzel sözlerinde çeken bir taraf varmış demek ki!
Göktürk Kitabelerinde farkına varıldığında geç olmuştu:
“Çin halkının sözleri tatlı, ipeklileri yumuşakmış. Tatlı sözle, yumuşak ipeklilerle kandırıp uzaktaki halkları bu şekilde kendilerine yaklaştırırlarmış. Yakına yerleştikten sonra da gereken kötülüğü orada düşünürlermiş.”
Göçlerin etkisiyle çok şey gördüler.
Seferlerin etkisi de oldu.
Ölmeye daha yatkın olunca, yaşamaya dair tarz geliştirenler farklı geldi belki.
Bozlakların taşıdığı ruhta daha çok ölümü, hasreti görmemiz ondan.
Ölümü umursamazlık, Türklerin şehahete yakın olmalarını sağladı.
Aslında kurdukları medeniyetler içinde “Hiç” olmayı bildiler, benimsediler.
Osmanlı’nın en mutantan zamanlarında bile Topkapı Sarayı sade kaldı.
Aynı dönemde Avrupa’da feodal lordların saraylarına bakınca durum açıktır.
Daha öncesinde Farsların saraylarını da görmüşlerdi oysa.
On altıncı yüzyılda dört Türk imparatorluğuna bakıp kıyaslayınca durum daha da belirgindir.
Osmanlı Sarayları, kaşâneleri her zaman camilerinden daha az süslü ve gösterişli idi.
Osmanlı, Safevî, Babür, Memlûk devletlerinden en şaşalı yaşam Safevîlerdeydi.
O da zaten yerleşik kültürün devamı mahiyetinde olan türdendi.
Türklerde saraydan çok güzelliğe râm olan bir bakış olduğu da açıktır.
Kanuni’nin Hürrem’e, Şah Cihan’ın Mümtaz Mahal’e olan aşkları malumdur.
Babür Şah'ın Hindistan da kurduğu Türk Devleti, Hindistan'da 332 yıl (1526-1858) egemen oldu.
Tac Mahal aşkın türbesi olarak nam kazandı.
Şah Cihan, eşi Mümtaz Mahal’e (Ercümend Banu Begüm) öylesine aşıktı.
Onun yeni bir doğum esnasında ölmesi, Şah’ın iki yıl yasa girmesine neden olmuştu.
İki kültür arasındaki ilişki de derindir: Osmanlı ve Babür’de yani.
Tac Mahal’in mimarları Osmanlı Devletinden davet edilmişti.
Mimar Sinan'ın talebelerinden Mehmet İsa Efendi ve Mehmet İsmail Efendi ile yapıdaki yazıları yazan Hattat Serdar Efendi, eserin yapımı için Şah Cihan’ın davetine icabet ettiler.
Ölümden sonra da yaşayana aşkın şaheseri böyle ortaya çıktı.
Yine de Farsları aklımızda tuttuk.
“Bir sengine yekpare Acem mülkü fedâdır!” derken İstanbul’un başkaldırısı vardı.
Bizans İstanbul olduktan çok sonra bunları diye bir şiirimiz var.
Farslar Selçukludan beri necip oldular.
Sonra da Farslar necipti, yönetim Türklerde olmasına rağmen.
Tamam, Farsların kadim bir medeniyeti vardı.
Ama İslam öncesinde Arapların böyle bir medeniyet algıları yoktu.
İslam ile bedevi kültürü medeni bir hüviyete büründü.
Dahası, parça parça kabileler halinde yaşayan Araplar İslam ile millet oldular.
Türkler İslam öncesinde de millet bilincine sahipti.
Araplar da Yahudiler gibi “Sami” yani Semitik gelenekten geliyorlardı.
Yahudilerle Araplar önce Nuh Tufanı sonrasında ayrıştı.
Sonrasında Hz. İbrahim’in oğulları İshak ve İsmail’in soyundan gelme konusunda.
Sara ve Hacer’le ayrışan gelenek, kurban edilmeye götürülen evlat konusunda da ayrıştı.
Tevrat, doğal olarak Filistinli bir cariyeden olma çocuğa iyi bakmayacaktı.
O nedenle, Yahudilikte İbrahim’in favori oğlu İshak oldu.
Kuran-ı Kerim ise İsmail’i itaatkâr evlat olarak gördü.
Hz. Peygamberin İsmail soyundan şeçeresi olması da bu nedenledir.
Farslardan sonra Araplar necip oldu.
Farsları medeniyet, sanat ve edebiyatlarından dolayı sevmiştik.
Devlet bürokrasisi  konusunda da iyiydiler.
Araplara ise, sadece İslam’dan dolayı neciplik atfettik.
Hatta başta Türklerin Emevilere direnmeleri Araplaştırmaya direnişti.
Muaviye ve takipçileri İslamlaştırmayı Araplaştırma olarak algıladılar.
Abbasiler dönemine kadar Türklerin İslam’ı toplu kucaklamaları gecikti.
Endülüs medeniyeti, Şam’da, Bağdat’ta Mısır’da
Neciplikleri Hz. Peygamberden kaynaklanıyordu.
İslamlaşmadan sonraki Türk tarihi boyunca Hz. Peygamber sevgisi büyük bir etken oldu.
Sonrasında “Arapları sevme” konusunda rivayetler aldı yürüdü.
Hatta ahirette konuşulacak dilin Arapça olması da buna eklendi.
Oysa ne imanın ne de İslam’ın şartları arasında bunlar yoktu.
Kuran-ı Kerim bize “şüphesiz, inananlar kardeştir!” diyordu.
Kuran-ı Kerim bize “takva”nın esas olduğunu söylüyordu.
Üstünlük takvada olunca, Allah’ı her zaman her yerde hazır nazır olarak hakim görmek lazımdı.
Dahası, Hz. Peygamber çok sevdiği kızı Fatıma’ya Allah’ın ipine sarılmaktan bahsediyordu.
Allah’ın ipine sarılmayan için kendisinin bir şey pamayacağını söylüyordu.
Hz. Peygamber Allah’ın son elçisi ve en güzel insandı.
Buna rağmen kendini harap edercesine ibadetle uğraşırdı.
İbadet onun algısında Allah’ın her zaman kullarını gördüğü bir süreçti.
Yani kulluk (ibadet) belli zamanlara sıkışan bir aksesuar değildi.
O her zaman kuldu; Allah her zaman gören ve bilendi.
Türkler de İslam’ın ruhunu bedenlerine giyinmişlerdi.
Arab’ın Aceme, Acemin Araba üstünlüğü olmadığını Veda Hutbesinde bizzat kendisi buyurdu.
Hem Hz. Peygamber yaşarken hem de sonrasında Araplar her zaman Müslüman değildi.
Oysa, her nasılsa gelenekte yer alan bir Arap kutsama, hatta Arapça kutsama vardır.
Neden derseniz...
İmam Münâvî'nin Feyzu'l-Kadîr isimli hadis kitabında İbni Abbas'tan şu mealde bir hadis-i şerif rivayet edilir: "Üç hasletten dolayı Arabı seviniz: Çünkü ben Arabım, Kur'ân-ı Kerim Arapça olarak nazil olmuştur, Cennet ehlinin konuştukları dil Arapçadır."
Arap ya da Arapçanın kutsanmasında en büyük etken bu rivayet olmuştur.
Ve bu riyavet hem Kuran-ı Kerim hem de Sünnet ve Veda Hutbesine aykırıdır.
Kuran-ı Kerim lafzen Arapçadır; ancak mana olarak Rabçadır.
Dahası, Kuran-ı Kerim’de her kelime Arapça değildir.
Müslümanların kutsal kitabı Kuran-ı Kerim’dir.
Ancak Arapçanın kutsallığına dair bir işaret yoktur.
Her dilde olduğu Arapça olarak da her şeyi, hayrı ve şerri ifade etmek mümkündür.
Dahası, Arapça bilen herkesi Kuran-ı Kerim bilgisi var anlamına gelmez.
Kuran-ı Kerim’deki her konuyu bildiği anlamına gelmez.
İslam öncesinde Arapların yerleşik bir edebiyat gelenekleri vardı.
Ancak Kuran-ı Kerim Arap diline sadece kutsal kitap olarak katkı yapmadı.
Aynı zamanda dilbilim imkanlarını zorlayan anlatımıyla Kuran-ı Kerim mucize oldu.
Bu nedenle, dil çalışmalarını, tefsir çalışmalarını teşvik etti ve tefekkür etmeyi öğretti.
Ancak bu konuyu, teolojinin değil, medeniyetin konusu olarak incelemek lazımdır.
İslam tarihini bilgilenme değil, inançlanma sahası gördüğümüz gibi bu konu da yasak alanlar çok.
İslam güzel ve en son dindir; İslam tarihi ise, din değildir.
İslam tarihi, ya da akaidi çalışan insan da doğrudan kutsal bir insan olmaz.
Oryantalistlerin çalışmaları bu konuda en iyi örnektir.
Her Arap Müslüman kardeşimizdir.
Ancak Orta Asya’daki kardeşlerimiz de Müslümandır.
Ve Arapçılık aslında Baas ideolojisi iken, İslam yerine Arapçılık esas olabilmektedir.
Dahası, “değerli yalnızlıkları” daha değerli bir hatıra kılan bir gerçektir.
İşin bir uzantısı da Batıcılık oldu zamanla.
Batı’dan gelen ve Batı olan her şey imrenilesi oldu.
Batı evvela İngilizdi; sonra Fransız oldu; ışıkların şehirleri gözleri kamaştırdı.
Sonra Almanya’ydı Batı, “bak dök yala!”
Sonra anladık ki Amerika’ymış Batı.
Hatta aslında Amerikan eyalet sistemi Osmanlı’dan alınmaymış!
Roma’nın Osmanlı’dan önce var olduğunu düşünürsek, Müslüman Roma’da olabilirdik.
Ancak Müslümanlar Roma’dayken Romalılar gibi davranmaya başlayınca sıkıntı oldu.
Oysa Osmanlı Ayasofya’yı aldığında zerre zarar vermemişti.
Minareler eklemiş ve ikonalara badana yapmıştı.
Bizim yaptığımıza gelince...
Kendimiz haricinde herkesi sevmek, imrenmek oldu.
Biz mi kimiz?
Bir kayıp medeniyetin kayıp çocukları!

 

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar
 
 4 Eylül 2013 Çarşamba 14:11
Harika trspitler... İşimiz kendimizi eleştirip başkalarına öykünmek. Buyurduğunuz gibi farsı yönet ama farsı yücelt. Garip bir haslet. Belki de bu yüzden Rabbimiz Türkü koruyup kolluyor.
Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi