MENÜ
Erzurum 15°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Gönül Gurbet Ele Varma…
İsmail Bingöl
YAZARLAR
2 Kasım 2009 Pazartesi

Gönül Gurbet Ele Varma…

 

                                               “Türküler zengin yürek sermayemiz

                                               Türküler asla silinmez künyemiz

                                               Ezgi sevdasıyla Türk’ten türküye

                                               Türkülerden Türk’e varmak gayemiz”

Tacettin Şimşek

 

Her türkü dinlediğimde geçmiş yeniden boy verir zihnimde ve alır götürür beni o eski günlere… Ta ilk gençliğime, çocukluğuma; iki odalı, sobalı, tahta merdivenli ve yüreğimiz kadar geniş, yüreğimiz gibi sevgi dolu o sıcacık evimize… Çocuksu yanım tutup ellerimden, eski zamanlara yapışıp kalmış görüntülerden geçirir, şimdi artık esamesi bile okunmayan, hafızalardan silinmeye yüz tutmuş bir manzaraya ayak bastırır.

Vakit akşamdır ve kuzineli soba kok kömürünün şiddetiyle nar gibi kızarmıştır.  Kok kömürü ki; öyle kolay kolay ele geçmezdi ve uzun uğraşlar, para yatırıp beklemeler ve teslim almaya gidince, sabahın köründe sıraya girmeler sonucunda alınırdı. Kömür alınıp da yerine doldurulunca, soğukla ilgili büyük bir mesele halledilmiş olurdu. Ayrıca öyle herkes istediği kadar kok kömürü de alamazdı. Çünkü hane başına verilecek miktar bellidir ve o da karneyle verilmektedir. Daha yaz ortasında başlanan işlemler, sonbahar da ya da kış başında ancak halledilirdi. Bazen tek gidişte alınamazdı ve ciğerlere işleyen soğuk altında saatler geçirilirdi. Hem kaliteli olduğu ve hem de bu kadar çabadan sonra ele geçtiği için çok değerliydi. Kömür atılan yerin hemen yanındaki göze doldurulmuş patatesler-O zamanlar kartol denirdi.-kızaracak ve közlenmiş, içi kum kum olmuş haliyle az sonra oradan çıkarılacak ve ellerimiz, ağzımız, dilimiz yana yana yiyeceğiz.

Sobanın dibinde yere uzanmış, etrafımdaki sohbetin ninni gibi gelen güzelliği altında yarınki ödevlerimi yapmaktayım. Her zamanki gibi radyo yakınlarda bir yerdedir ve kulağımın teki mutlaka ondadır. Benim sese müptela olduğum zamanlarda radyo, dantelalı örtülerinden kurtulmuş, teknolojinin yardımıyla özgürlüğüne kavuşmuştu. Evin her tarafına taşınacak ebada inmişti.

O ara ya istekler okunmaktadır radyoda ya da bir solistten türküler… Ali Ekber Çiçek o hünerli elleriyle vuruyordur sazın teline ve sazdan yayılan nağmelere o kalın, davudi sesi eşlik ediyor, bu içli söyleyiş dalga dalga büyüyor, yayılıyor evimizin duvarlarında…

            “Mektup selam söyle benden sılaya

  Söyle benim için de eller ağlasın”

Gurbetin çilesini çekenlerin, geçim yükü, sevda derdiyle uzaklarda inleyenlerin hislerine tercüman olan bu türkü, merhametli yüreklere onların sızısını duyuracaktır. Bütün bunları çekenler kendileriymiş gibi onları derinden üzecek ve bu hüzünle göz pınarlarından sessizce yaşlar süzülecektir.

Az sonra da belki Turan Engin, o dağ dağ yükselen sesiyle bir uzun havaya başlayacak ve ortalığı velveleye verecektir. Gurbete gönderdiklerinin hasretiyle kor gibi yanan yürekler, uzun havanın her biri birer ateş topu misali ortaya düşen sözleriyle, bir kere daha irkilecek; acıları, aşkları, ıstırapları tazelenecek ve göz pınarlarında zorla tutulmaya çalışılan yaşlar salıverilerek, bu yakıcı nağmelere karışıp gidecektir:

“Şu yüce dağları duman kaplamış,

 Yine mi gurbetten kara haber var.

  Seher vakti bu yerde kimler ağlamış,

  Çimenler üstünde gözyaşları var.”

Şu benzetmenin güzelliğine, derinliğine ve inceliğine bakınca, bunu; gücünü Hak’tan alan halk muhayyilesinden başka kim yapabilir diye düşünmeden edemiyor insan… Seher vaktinde çimenlerin üstünü kaplayan çiğ tanelerini gözyaşına benzetme kudret ve maharetini bir tek kişinin gösterebilmesinin zorluğu üzerinde düşünmemek elde mi?

Sözün ve nağmenin seline kapılmış halde bir hayalin peşinden yola revan olup giderken, birden “Hüma” dedikleri devlet kuşu seslenivermez mi yükseklerden… Yâr koynunda beslenen bir çift sunadan sözeden, kirpikleri ıslanacağı için yârin ağlamasına tahammül edemeyen, eğer ağlaması gereken biri varsa o da kendisinin olduğunu, zira ancak bu yolla deli gönlünü eğleyebileceğini, uslanacağını söyler ya dertli âşık… Sonrası daha hazin olan bu hikâye; Mükerrem Kemertaş’ın dupduru, yüksek perdeden dört bir yanı kaplayan sesiyle, bir akarsu gibi yanan sineleri serinletir, sitemlerini dillendirir ve bütün bir âleme duyurur.

Bütün bunlar olurken ben yine sobanın dibinde, yarın ki ödevlerimi yetiştirmeye çabalamaktayım. Ne var ki; eğer mevsim yaz olsa ve evde de büyüklerden kimse olmasa, benim de bu nağmelere eşlik edeceğim, ses sese katacağım bir gerçektir. Türkü dinlediğim ve türkü söylediğim demler; dinlenme, zihnimi toparlama ve içimdekileri paylaşma vaktidir. Gençliğin verdiği coşkunun dışarı taşan bölümlerinin gün gün azaltılarak, türkülerin güzelliği, nağmesi ve okşayışıyla, kendine ayrılmış mecraya döndürülmesi; böylelikle yumuşatılması ve yönünün sevgiye, sevdaya, iyiliğe çevrilmesidir.

İşte böyle… Ne zaman bir türkü dinlesem, nerede bir türkü çıksa karşıma, hemen alıp götürür beni bir yerlere… Şimdi yerinde yeller esen o eski sokaklara, bugün hepsi tarih olmuş, ama bir zamanlar dostluğun, komşuluğun bütün canlılığıyla ayakta olduğu geçmişteki mahallelere… Artık hepsi uzak birer hatıra olan ilk bağlanışlara, ilk hissediş ve duyuşlara… İlk yürek çarpıntılarına ve sevda yüzünden ilk ağlayışlara… Bağrındaki ateşi söndürmek için göğsünü rüzgâra açışlara… Şimdiki gibi, çoğunluğun maddiyat değil de; haysiyet, onur, şeref takıldığı o güzelim, o sevgili ve muazzez anlara… Ve tabii ki; gücünü menfaatten değil de, samimiyetten alan, hiçbir şeyin kolay kolay kesip atamayacağı sarsılmaz dostluklara ve insanlıklara…

Küçük bir olayda hemen vefasızlık rüzgârına kapılıp, nice güzelliklerin bölüşüp paylaşıldığı günleri bir kalemde silerek, daha büyük avlar için yeni koylara yelken açıldığı günler henüz gelmemişti ve insanlık türküleri de hâlâ revaçtaydı. Henüz biliniyordu nimetin kadri ve insanlar ona niçin “nanı aziz” dendiğinin farkındaydılar. Sevda ateşiyle sermest olanlar, yürek yaralarını çekinmeden açıp rahatlayacakları bir dostun hasretiyle hiç bu kadar yanmıyorlardı. Yakındakinden uzak durup, bittiğinde kendilerine acı vermeyeceği düşüncesiyle, ıraktakini  sevmiyorlardı.

Onun içindir ki; bir kuş öttüğünde o günleri hatırlıyor, bir dal kırıldığında mazinin tedaileriyle sarsılıyor ve bir türkü işitildiğinde, kış günlerinde sobanın dibinde geçirilen, kanaat, tevekkül ve sabrın baş köşeye oturtulduğu vakitlere kanat çırpılıyor.

            Eğer, sizde de böyle bir etki uyandırıyorsa, ara sıra da olsa geçmişin o güzel yüzünde nefes alıp vermek istiyorsanız, takılın türkülerin ardına… Alsın götürsün sizi de…

            Hüzünlenin, gözleriniz dolsun, ağlayın ve başkalarının acıları için bir sızı geçsin teninizden… Yaşayan bir yürek taşıdığınızı hissedin, fark edin. Değil mi ki;”Yaşamak farkında olmaktır.” Çoktandır unuttuklarınızı yeniden hatırlayın. Sözlerin ve nağmelerin etkisiyle göğüs geçirin. “Hey gidi günler hey!” diyerek ellerinizi sallayın, maziyi şenlendirin. Unutmadığınız ama bir köşede öylece duran dostlarınızı ve yaşanıp yaşanmadığı şimdi bir hayal gibi gelen gençlik aşklarınızı sevindirin. Hatıraların büyüsüyle sevmediklerinizi bile sevin… Dertlenin, durulanın ve içinizden gelen sese kulak verin. Böylece yaşadığınızı anlayın.

            “Ruhsuz vurdumduymaz sağlara inat!

             Işkınsız, üzümsüz bağlara inat!.

             Çarpıklığa teşne çağlara inat!” (Ahmet Süreyya Durna); söyleyin türkülerimizi… Korkmayın; sesim güzel mi, söylemesini becerebilir miyim diye düşünmeden, sadece söyleyin… Hiçbir yerde söylemeseniz bile, dağlara, vadilere, çaylara, dere kenarlarına yol düşürüp, içinizden geldiği gibi, sesiniz yettiğince türkü söyleyin…

            Hele bunu birileriyle yaparsanız, daha çok faydasının olacağı kesindir. O günlere dair hafızanızın da yardımıyla, aranızdaki bağ kuvvetlenir; dostluğunuza yeni bir renk gelir, paylaştıklarınız daha bir anlam kazanır.

            Bakın bir türkü neleri başarıyormuş. Eğer istenirse tabii… Her şeyin istemeye bağlı olduğunu unutmayalım. Deneyin göreceksiniz. Hem ne kaybedersiniz ki… Hadi bir başlangıç olsun diyelim ve yine bir türkünün sözleriyle bitirelim cümlelerimizi…

            “Gönül gurbet ele varma

            Ya gelinir ya gelinmez

            Her güzele gönül verme       

            Ya sevilir ya sevilmez…”

 

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar
 Ömür
 14 Şubat 2024 Çarşamba 17:23
Çok işime yaradı ben beğendim iyi
 Çinar
 14 Aralık 2021 Salı 11:04
Çok güzel yazılmış ellerinize sağlık
 Ahmet Süreyya Durna
 1 Kasım 2011 Salı 03:38
Değerli kardeşim ve meslektaşım İsmail Bingöl. Tarama motoru sayesinde, "Dağ Türküleri" adlı şiirimden bir kesit sunmanızı memnuniyetle öğrenmiş ve bu vesileyle Anadolu kokan güzelim yazınızı okumuş bulunmaktayım. Özümüze hitap eden ve aynı zamanda,bizleri geçmişimize yönlendiren ibretamiz yazılarınızın kesintisiz devamını diliyorum. Selamlar,kalbî muhabbetler.
 Elif Y.
 4 Kasım 2009 Çarşamba 23:45
Sayın Bingöl, Her okuduğumuzda yeni bir duyuş, yeni bir düşünüş; her sefer yeni tatlar, yeni sesler; burnumuzda soba ve kartol kokusu, kulağımızda içli türküler... Bir kere, bin kere daha yüreğinize sağlık!
 YASEMİN REYHANİ
 2 Kasım 2009 Pazartesi 16:16
Değerli hocam ,elimden geldiğince okuyorum bu değerli yazılarınızı.Bir çoğundada sizin kadar olmasada işte bu benim burası benim geçmişim.bu benım hayalim bu benim hüznüm....ve bunlar benimde özlerim diyorum .bu iklimi yaşamış insanlar olarak ne kadar da birbirimize benziyoruz diyorum..canım ağabeyim gönlüne ve kalemine sağlık...bende diyorum türkülerle dolu bir gece olsada doya doya dinlesek...çünkü, SAZIMIZDA TELLERİMİZ, TÜRKÜ ÇALAR,TÜRKÜ SÖYLER TÜRKÜZ DEYİ...
 İhsan ÖZGÖRAL
 2 Kasım 2009 Pazartesi 12:26
Sayın Bingöl; yüreğine,kalemine, gönlüne sağlık.Allah sana ve senin gibilere uzun ömür versin.Bizi gurbetten alıp,50 yıl öncesine,Aliravi Caddesinde,askeri hamamın karşısında ki eski evimize götürdün.Tahta merdivenli evimizin üst katında ki kömür sobasının arkasına oturtup doyasıya ağlattın.Kışın kapı önünde tutan buz üzerinde Uzun Yusuf'la fırfırik (topaç) çevirttin,ramazanda satılan horoz şekerine,kışın geceleri godi beşe diye bağırılarak satılan mısır patlağına götürdün.Geçmişlerine rahmet olsun.
Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2025 Erzurum Gazetesi