MENÜ
Erzurum 18°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Seferberlik Hikâyeleri*
Oğuzhan Saygılı
YAZARLAR
26 Ekim 2009 Pazartesi

Seferberlik Hikâyeleri*

Yaklaşık 2 yıl kadar önce Ahmet Turan Alkan, gazetedeki köşesinde başlıkta ismi olan kitabı tanıtmış, bu hikâyelerden “Kurt Korkusu’nu özetleyerek anlatmış, kitapla ilgili birtakım eleştirilerde bulunmuştu.

Özellikle sayfa düzeni, hurufat, sayfa ayarlarının çok özensiz ve çirkin olduğunu, ”Ahmet Aker kardeşim kusura bakmasın; bu işte daha eli eğilimli birinin yardımını alması lazım çünkü kusura bakılacak zamanda değiliz, diyerek kitabın yeniden yazılması, kitabı basan Bayburt’taki Özer matbaacılık bir kere daha kusura bakmasın fakat bu güzel eser, daha fazla teknik ilgiyi hak ediyor”, diyerek mümkünse biraz daha fazla genişletilmesi gerektiğini ve hatta yeniden yayınlanmaya ihtiyacı olduğunu söyleyerek iyi bir şekilde de tanıtılması lazım geldiğini belirtmişti.

Aker’in yaptığı çelimsiz, alçak gönüllü, amatör ruhlu bu çalışmanın muhteva itibariyle demir leblebi etkisi göstereceğini iddia etmişti.

            Bu yazının yayınlanmasından birkaç ay sonra Uygun Ahmet Aker Bey, Ahmet Turan Alkan’ın eleştirilerini ciddiye almış olmalı ki kitap, aynı isimle, genişletilmiş olarak, (daha önce 44 sayfa olan eser bu baskıda 94 sayfaya çıkmıştı.) A.Turan Alkan’ın da hazırladığı bir sunuş yazısı ile Ötüken Neşriyat gibi köklü bir yayınevi tarafından basılarak kitapseverlerin karşısına çıkmıştır.

            KİTABIN İÇERİĞİ

Kitap; İçindekiler, Ahmet Turan Alkan’ın “Seferberlik Hâlleri veya Kahramanlığın Öteki Yüzü” başlıklı takrizi,  yazarın “Başlarken” başlıklı önsözü, I. Dünya Harbi ve Millî mücadele döneminde yaşanılan 18 hikâye, dönemle ilgili birkaç fotoğraf ve yazarın hikâyelerini dinlediği kaynak kişilerin listesinden oluşmaktadır.

            Alkan, kitaba yazdığı takrizde kendi ailesinden dinlediği seferberlik hikâyelerinden ikisini anlatır. Dedesinin uzun bir savaş döneminden sonra memleketine dönmesiyle o zaman 7-8 yaşlarında olan halası Rukiye’nin öz  babasından nasıl korktuğunu, günlerce babasına alışamadığını, “.bu herif niçin evimize girip çıkıyor, niçin senin yatağında yatıyor” diye annesine kızdığını ve huysuzlandığını belirtir. Bu bahsettiği dedesinin kardeşi Behçet’in de hüzünlü hikâyesini anlatır. Yemen’e kardeşiyle birlikte gittiğini fakat ayrı birliklerde olduğunu, savaşta Behçet’in olduğu birlik düşman tarafından tarumar edilip, ayakta kimse kalmayınca, düşman askerleri mevzileri ele geçirip etrafta gezinmeye başlar. Yanı başına kadar gelen düşman askerler Behçet’in yaşadığını fark edemezler. Daha sonra sağ olarak kurtulur, memleketine döner.

Alkan, Behçet Dedesini şöyle anlatır: “..O hadiseden sağ kurtulan Behçet, memleketine dönüp yeniden ulûm-ı diniye ile uğraşmaya koyulmuş ama hiç evlenmemiş. Bu gibi hâlleri anlayabilecek zamana geldiğimde annem, “O esnada erliği çekilmiş rahmetlinin, ondan evlenmemiş.” demişti. Daha sonraları bir punduna getirip, “Benim rahmetli emmimin zürriyeti yok; ne olurdu evlatlarınızdan birinin adını Behçet koysaydınız.” diye belli belirsiz bir sitemde bulunduğunu acıyla hatırlıyorum.” (s.13)Alkan’ın yazdığı takriz yazısı çok güzel ve etkileyicidir. Bu yazıdan seçilen aşağıdaki alıntı da kitabın arka kapağına tanıtım yazısı olarak konulur.

            “Bu kitap yazıya geçebilmiş bazı seferberlik hikâyelerinden bahsediyor; ama siz onu “seferberlik hâlleri” diye okumalı ve anlamalısınız. Bunlar alışageldiğimiz kahramanlık hikâyeleri değil; seferberlik, cephede çarpışan askerden çok geride bıraktıklarının hikâyesidir çünkü ve biz o hikâyeleri hemen hemen hiç bilmeyiz. Cephedeki harpten gerilere düşen kıtlık, korku, ümitsizlik, hasret, hastalık, perişanlık ve yoksulluk gibi âfetlerdir; öyle hâller ki, eminim o hayat levhalarını yaşamak zorunda kalan geridekiler, cephede alnından vurulup- üstelik şehâdet mertebesine erişerek- ölmeyi bin kere yeğ tutarlardı.

 

            Kahramanlık” değil, fakat “Bir başka türlü kahramanlık”tı cephe gerisindeki yaşananlar. Hacim itibariyle pek küçük görünen bu eser, hikâye ve îma ettiği memleket gerçekleriyle cirminden daha mühim şeylere işaretliyor ve yakın tarih hakkında bilinenleri öteki yüzünden ışık sızdırıyor. İbret almak için okunmalıdır.”

            Yazar, bahsettiğimiz ve bahsedeceğimiz, bu trajedileri, –çoğunluğu Gümüşhane ve Bayburtlu olan- kahramanlarımızın birinci derece yakınlarından dinlemiştir. Hikâyelerin bir kısmında I. Dünya Savaşı’nın Yemen, Kafkas, Doğu, Çanakkale Cephesinde, İstiklâl Harbi’nin en çetin muharebesi olan Sakarya’da cebelleşen gençlerimizin memleketlerine geri dönmesiyle ilgili anekdotları yazar, kaleminin gücü nispetinde anlatır.

Bu savaş sonrası yaşanılanlar savaşlardaki sıkıntıları aratmayacak niteliktedir. Malumunuz I.Dünya Savaşı’nda Bayburt, Gümüşhane ve Erzurum’un Ruslar tarafından işgal edilmesiyle halk İç Anadolu’ya göç etmiştir. Daha sonra da Rusya’da Bolşevik İhtilali çıkınca Rusya savaştan çekilmiştir. Bu göç eden insanlar birkaç yıl sonra memleketlerine döner. Hikâyelerin bir kısmı bu yollarda yaşanılan göçü ve muhacirliğin sıkıntılarını çok güzel bir şekilde anlatır. Hikâyelerin birkaçında Rusların bu işgal ettiği bölgelerde askeri birliklerinin içinde Türklerin de (Rusya’da yaşayan Türkler) olduğunu, bunların diğerlerine göre daha merhametli olmasından bahseder.

            Kitap; bahse konu olan dönemlerde muhacirlik sırasında Yozgat’ta şehit edilen Sünürlü Feraset Çavuş, şarapnel parçaları ile yaralanmış olmalarına rağmen Doğu cephesinde sağ kurtulan aynı köyden Mustafa Çavuş ve Daştan Çavuş, yine Doğu Cephesinde tipiye tutuldukları bir boğazda, gece beş arkadaşı donarak ölen, sadece atları sağ kalan aynı köyden süvari Tevfik Çavuş, Reşit Akkoyun, İsmail Çavuş, Kitreli Arif Çavuş, Arpalı’dan: Dumlupınar’da süngü harbinde on bir tüfek kıran Hamdi Çavuş, kol ve ayakları eksik olarak dönen Hüseyin Irmak, Sefer Erbay, sol gözüne mermi isabet edip, ölmeyen Mustafa Ergül, Uğraklılı Polat Çavuş, Yemen’de yedi yıl yaptığı askerlikten döndüğünün ertesi günü askere alınıp Kop savunmasına gönderilen Mutlu köyünden Arif oğlu Akif, Yemen’de bir çatışmadan sonra ağır yaralanan Buğdaylılı Mehmet’in tedavi için getirilen çadırda yanında bulunan köylüsü Memiş’e şehit olacağını ve köye dönemeyeceğine sezen Mehmet’in son isteği, Rusların işgal haberinin Adabaşı’nda duyulmasıyla, ahalinin kahir ekseriyetinin kaçmasına rağmen Mehmet ağanın malını terk etmemesinin ve burada unuttuğumuz,  tarihin ve Allah’ın unutmadığı binlerce kahramanımızın örnek teşkil edecek hikâyelerden oluşmaktadır. 

                                                           KURT KORKUSU

            Servet Kabaklı da gazetedeki köşesinde bu kitabı tanıtırken bu hikâyelerden – en çarpıcı ve etkileyicisi olduğunu düşündüğüm- Kurt Korkusu’nu anlatmıştı. Ben de bu hüzünlü hikâyeyi özetleyerek anlatmaya çalışacağım.

            Cumhuriyet’imizin doğumunun yaklaştığı günlerde savaşlardan, gazi olarak kurtulup, memleketine dönmeye çalışan 10 kadar asker Gümüşhane’den Bayburt’a geçebilmek için bir vasıta arar. Hemen hemen hepsi uzak cephelerden gelmiş, bir an önce evlerine dönmenin hesabını yaparlar. Zorlukla buldukları Bağlarbaşı Mahallesi’ndeki kızakçının parasını kendi aralarında tedarik ederler. Veli’nin üzerinde hiç parası yoktur. Salih Pehlivan, Veli’nin burada kalmasına razı olmaz. Hakkına düşen ücreti vererek, akşam olmadan yola çıkarlar.  Türkü söyleyerek, sigara içerek; köylerine, evlerine ulaşacaklarının heyecanıyla yolculuğun tadını çıkarmaya çalışırlar. Yılların vermiş olduğu yorgunluk, her tarafın beyaza bürünen rengi, atların ve zillerden çıkan ritmik sesler kısa zamanda uykularını getirir. Bu arada eşkıyanın dağlarda azaldığı dönem ama karanlığın da vahşi bir örtü gibi çökmesiyle içlerine düşen korku çoğalır. Bu korku “son yıllarda yaşanan savaşlar, hastalıklar yüzünden, usulüne göre defnedilemeyip açıkta kalan cesetlerden iyice insan etine alışmış” olan kurtun korkusuydu. İçlerinde takip ediliyorlarmış gibi bir his var. Bu sessizlik;

            “-Hey! Şuna bakın, arkasında bir sürü var!” haykırışıyla bozulur.

Evet korkulan başa gelmiştir. Kurt sürüsü kızaklarına yaklaşır. Yolcularda kendilerine savunabilecek hiçbir şey olmadığı gibi; takat ve dermanda yoktur. Salih Pehlivan:

            “-Halka olalım, herkes birbirine sıkıca yapışsın!” diye bağırır. Yiğitlerimiz, Pehlivan’ın söylediğini yapmaya çalışırlar. Dört bir taraftan kızaktakilere saldıran kurtlar, kızaktakileri yere indirmek için, elbiselerini ve vücutlarını parçalamaya çalışır. “…Salih Pehlivan’ın kurdun birini tuttuğu gibi yere fırlatması cesaret ve ümitlerini artırır gibi olur. Haykırışlar, kurt ululamaları, atların çıkardığı sesler, fırtınanın derelerden gelen uğultusu birbirlerine karışır. On-on beş dakika süren mücadeleden galip çıkan kurtlar Veli’yi aşağıya almaya muvaffak olurlar. Zavallının, vadiyi inleten, yürek yakan feryatları kesildiğinde, gecenin karanlığında bir süre görünmez oldular.” (s.30)

            Kızaktakiler Veli’yi kaybetmenin üzüntüsüyle, kendilerini yara-bere içinde kurtulmalarıyla yola devam ederler. Yaklaşık bir saat kadar sonra bu sefer ikinci bir kurt sürüsü yiğitlerimizin karşısına çıkar. Kızaktakiler yem olmamak için olabildiğince direnir. Ama bu direnme nafile, çünkü Süleyman Kalfa, Mehmet Çavuş ve bir kişi kurtlara yem olmaktan kurtulamazlar.

            Gücü sayesinde en büyük mücadeleyi veren, Salih Pehlivan; tecrübesi ve saklandığı özel yeri sayesinde kurtulan Kızakçı, kurtlardan kurtulanları Bayburt’a ulaştırır. Salih Pehlivan’da Bayburt’un ‘Suya Aşağı’ bölgesindeki köyüne döner. Pehlivan’ın köye dönmesi köyde sevinçle karşılanır. Yaraları gittikçe iyileşen Salih Pehlivan, içinde gittikçe artan kuduz şüphesinden bir türlü kurtulamaz, huzursuzluğunu yakınlarına anlatır.  Köydeki insanlara içindeki sıkıntının korktuğu şey ise,  vakit geçirmeden kimseye zarar vermemesi için bağlamalarını ister. Birkaç gün sonra kendisinde başlayan anormallikler, hızla artar. Sonraki günlerde hastalığı iyice belirmeye başlar. Bir gün hasta yatağında verilen sütü, “-Bu kanı bana niye veriyorsunuz!” diye reddedince pehlivan’ın yakınları durumu anlar. Artık yapacak bir şeyleri olmayınca kendisinin vasiyet ettiği gibi kalın iplerle bağlandığı evinde bacadan kül elenerek, Allah’ın rahmetine kavuşacaktır.(s.31)

                                                           DEĞERLENDİRME

            Son yıllarda Osmanlı Devleti’nin yok olma sürecine gitmesini hızlandıran; 93 (Osmanlı- Rus), Tesalya, Balkan, Trablusgarp, I. Cihan Harbi ve bu yok oluşun üzerinde ‘ba’sü ba’delmevt’ ile dirilmemizi sağlayan İstiklâl Harbi dönemlerine ait yayınlanan hatıra, günlük, mektup, araştırma kitapları, tarihi romanlarda müthiş artış olduğunu gözlemliyoruz. Yetkililer, Çanakkale Şehitliği’nin ziyaretçilerinin de 2000’li yıllardan sonra çok daha farklı ve fazla bir şekilde tavan yaptığını söylüyor.

Acizâne bu konulara ilgi duyan biri olarak şunu çok rahat ifade edebilirim. Bahsettiğimiz dönemlerdeki eserlerdeki artış sadece niceliksel olmamakla birlikte içerik olarak da değişmekte olduğunu düşünüyorum.

Daha önce yayınlanmış olan eserlerde milletimizin bu savaşlardaki yiğitliği, kahramanlığını öne alan çalışmalar dikkat çekiyordu. Son birkaç yıldır bahse konu olan eserlerde daha önceki değerlerle birlikte yaşadığımız sıkıntı, facia, katliam, tahribat, felaket ve trajedilerin dökümüne yönelik çalışmalar azımsanamayacak kadar yer tutuyor. Bu eserlerin, insanlarımızın yaşadığı bu felaketlerin tutulmayan yasının başlamasına, ihmal edilmiş muhasebesinin de yapılmasına, vesile olduğunu ve olacağını tahmin ediyorum.

             Tanıtmaya çalıştığım bu kitap da yukarıda bahsettiğim çalışmalar paralelinde bir eserdir. Bayburt’ta eczacı Uygun Ahmet Bey, bu dönemi yaşayanların yakınlarından dinlediği ve öğrendiği bu acı hakikatlerin unutulup, yok olmasına gönlü razı olmayınca, yazıya geçirilip, genç kuşakların bunlardan istifade etmesi kaygısıyla bu çalışmayı yapmıştır. Bu materyalleri edebiyatçılar, ressamlar, müzisyenler, yönetmenler, yapımcıların kullanıp, daha güzel şaheserler haline getirebileceklerini düşünüyorum. Bu acıları genç nesillere sağlıklı bir şekilde ulaştıramadığımız takdirde  -Allah korusun- Türk çocuklarının aynı akıbeti yaşayarak, kuşaklar boyunca felaketzede, katliamzede, faciazede olarak adlandırılmayacaklarını kim garanti edebilir. Aker Bey’e yaptığı bu çalışma için yüreğine, beynine kalemine sağlık diyerek diğer şehirlerde de Akerlerin çoğalmasını diliyorum.

 

* Uygun Ahmet Eker, Seferberlik Hikâyeleri, I. Baskı, 94 s., 2008, İstanbul, Ötüken Neşriyat, www.otuken.com.tr

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar
 ilker akkoyun
 18 Nisan 2014 Cuma 23:52
sünürlü feraşet çavuşun torunuyum eger mezarın ı bilen varsa lütfen arasın tel:05315920469
 şahin akkoyun
 15 Şubat 2010 Pazartesi 12:47
sevgili büyüklerim göstermiş olduğunuz hassasiyete teşekkür ederim.ben feraşet çavuşun torunuyum onun yanlız kahramanlıklarını duydum mezarını bile tanımıyorum ama onunla gururduyuyorum.inşallah mezarını bulacayım ve sizin gibi insanları tebrik ediyor ve başarılar diliyorum
 ahmet
 26 Kasım 2009 Perşembe 08:57
okuyup yazmadaki gayretinizi taktir ediyorum.. Sizin gibi insanların çoğalması,toplumumuzun şifahi kültürdeki gelişmişliğinin yazı da da kendini göstermesi en büyük dileğim.
 adem
 26 Ekim 2009 Pazartesi 15:02
sevgili dostum, biz daha sarıkamışı aşılayamiyoruz, aşılanamıyoruz.gerisi boş kalıyor. bunlarda ancak medyayla olacak gibi, sebebi okumuyoruz. ancak seyrediyoruz. öyleyse aşılama da seyir yoluyla olmalı. ama yazmadan da olmaz. o işin temeli. yeni yerinde sana başarılar.
Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2025 Erzurum Gazetesi