“Ey mona liza'nın kıskandığı el
Bu kar yığınları cehennemden mi
Bu sokaklar mahşerden mi geliyor
Gürcükapı ihtirası bilmezdi
Altın kalpli zambakların
Filizlendiği taş mağazalar
İlmek ilmek bileklerine
Geçirmezdi nefret urganlarını
Nerde dadaşın gür bıyıkları
Aziziye neden böyle derbeder
Solan renkler kimin, kaldırımlarda
Ya bu Erzurum Erzurum değil
Ya ben başkayım bu Erzurum'da”
Nurullah Genç.
Tandır sıcak iken ekmek tutar der eskilerimiz. Ağaç yaşken eğilir kabilinden bir sözdür.
Biz yaşadığımız dönem Erzurumluların hayat tarzı olarak ifade ettikleri Türk İslam töre ve ananelerini daha çocuk yaşlarda babalarımız, analarımızdan, Kur'an talim ettiğimiz hocalarımızdan, bazılarını da konu komşularımızdan öğrenmekle bahtiyar bir nesiliz.
Bu yüzden, o nesil adına söylüyorum, töresiz büyümedik.
Bayramların hazzını, uhrevi lezzetini de o çağlarımızda aldık.
Bugün bayram tatillerinde yerini yurdunu terkederek başka şehirlere yahut gezilere gidenleri bu yüzden bahtsız ve şanssız saymışımdır hep.
Erzurum'da doğum, sünnet, düğün ve ölüm gibi sosyal olaylar bir başka yaşanır.
Küskün, barışık konu komşu, hısım akraba birbirleriyle hizmette yarışır. Bayramlar da öyleydi çocukluğumuzda.
SU KOKUSU SARARDI EVLERİ
Bayram hazırlıkları bir iki hafta önceden başlanırdı.
Bütün elbiseler, perdeler ve çamaşırlar yıkanır, halılar silinir, tahtalar ovulurdu.
Evler su kokmaya başladığında temizlik bitmiş sayılırdı.
Sabaha kadar yatmazdık bayramı beklerken. Babalarımızın aldığı bayramlıklarla sabahlardık, mutlaka...
Annelerimiz büyükler bayram namazından dönünceye kadar bayram öncesinden temizledikleri evlere son rütuşları yapar, gelecek misafirlere ikram edecekleri yemek ve tatlıları hazırlarlardı.
Bir yanda baklava, sarığı burma, hurma tatlıları pişirilir, diğer taraftan bayram yemeğinin telaşlı hazırlığı görülürdü.
Biz çocukları, aşım bişmiş kaşığımın üstünde, meselince, sadece bu tatlı meşgaleleri uzaktan seyreder, ara sıra da tatlıların, yemeklerin tadına bakardık.
GERİLİK VE GÜNDELİK ADETİ
Eskiden giyimde gerilik ve gündelik diye bir adet vardı. Hergün giyilen ve devamlı yıkananlar "gündelik", bayramdan bayrama yahut misafir için giyilenler de "gerilik" diye adlandırılırdı.
Gerilikler, işleri bittikten sonra güvelenmesinler diye annelerimiz tarafından naftalinlenir, sandığa kaldırılırdı.
Gardrop pek yoktu o zamanlar.
Evlerin sehpa ve masalar dışında gümüşlük ve yatak konan yüklükleriydi yegane mobilya unsurları.
Arife akşamı gerilikler tekrar çıkarılır, ütülenir, sabah giyilmek üzere evin toz değmeyen bir köşesine konurdu.
Annelerimiz, çeyiz sandıklarını açar; masa, karyola, kırlent için örülmüş dantel takım ve örtülerini çıkarıp, sererlerdi.
Babalarımız camiden geldikten sonra yaprak, ekşili dolma, su böreği, aşma yahut duttan yapılan hoşaflardan oluşan bayram yemeği ortaya getirilir, yer sofrası kurulur, aile sofra etrafında toplanarak, neşe ve bayramın tatlı havası içinde sohbet ederek, yemekleri tüketirdi.
Sonra sofradan kalkılır, eller yıkanır; büyükten küçüğe doğru sıralanıp balarımızın, annelerimizin ellerini öper, onların verdikleri bayram harçlığı ve mendili cebimize koyardık.
Tabi bu protokolün sonrasında da çocuklar arasında gizli bir merak başlar, herkes birbirine ne kadar harçlık aldığını sorardı.
Az alanlar çok alanları kıskanır; bazen küsülür ve ağlanırdı.
O zaman da babalarımız bizi gizlice bir köşeye çeker harçlığımızı diğerine ulaştıracak miktarda tamamlardı.
Bayram geriliklerini bize giydiren büyükler, kendileri de bayramlaştıktan sonra; eğer anne ve babaları hayattaysa, önce erkek tarafının büyüklerinden başlamak üzere, ziyarete çıkardık.
ŞEKER YER, İNİTİLEME OLURDUK
Dede ve ninelerimiz ziyaret etmekten en çok hoşlandığımız kimselerdi.
Onlar torun sevgisi evlat sevgisinden evladır, anlayışıyla bizim nazımızla oynar, ceblerimizi harçlık ve şekerle doldururlardı.
Büyüklerin ziyaretinden dönüldükten sonra anne ve babamız eve gelecek küçükleri beklerken, bizlerde mahalle komşularını birer ikişerli guruplar halinde dolaşır, evlerden bize ikram edilen şekerleri büyük bir hız ve lezzetle tüketirdik.
Bazen annelerimiz "çok şeker yemeyin, intileme olursunuz" diye bizi ikaz eder, bizler ise söylenenlere kulak asmayıp şekerlerin tadına bakmayı sürdürdük.
İntileme'nin ne demek olduğunu bilmediğimiz için, şeker yerken yere düşüp dizimiz ağırdığında, intileme mi oldum korkusuyla acımızı eve gelmeden dindirir, büyüklerin bilmesini istemezdik.
O dönemin bayramlarıyla bugünküler arasındaki bir fark da, tüccar, mağazacı ve diğer esnafın bayramın son gününe kadar işyerlerini açmamasıydı.
Bayrama özel bir hürmet gösteren şehir esnafı; bereketsiz olur diye dükkan açmaktan imtina eder, kazara dükkanını açan varsa o da etrafınca tekdir edilirdi mutlaka.
Para her şey değildi, el kiriydi o vakitler.
KURBAN ETİNDE FUKARA HAKKI BIRAKILMAZDI
Ramazan bayramında olduğu gibi Kurban bayramına da özel bir dikkat gösterilirdi eskiden.
Aynı temizlik telaşı yine yaşanır, bayrama bir iki gün kala kesilecek kurban alımı için hayvan pazarına yahut köylere akınlar başlardı.
Kimileri sığır, kimileri koyun alır; kurbanlıkların boyunlarına taktıkları kemlerinden çekerek, evlerinin önüne getirirlerdi.
Kesen kesmeyen bütün konu komşu her getirilen kurbanın seyrine çıkar; kadınlar kurbanlığın zayıflığını yahut semizliğini çekiştirirlerdi aralarında.
Oğlunu evlendirenler de bir başka telaş olur, onlar da gelinlerine gönderecekleri kurbanı, ev kurbanından önce alırlardı mutlaka.
Sonra bu kurban bayram arefesinde, üzerine seccade, boyununa kurdelalar takılmak, bir de bir boynuzuna bilezik asılmak suretiyle, evin garibi biri tarafından gelin evine götürülür; götüren kurban harçlığını alarak, alındı haberini eve ulaştırırdı.
Kurban bayramı sabahında namazdan sonra kapılara dökülür, varsa kendi kurbanımızın, yoksa komşuların kestiği hayvanların durumunu seyrederdik.
Bazen kesilen kurbanın kanı mübarek sayıldığından yere akmaması için büyüklerimiz kan çukuru kazmalarına yardım ettirilerdi bizi.
Kurban kesenler, arefe imsakinden sonra oruçlu gibi birşey yemez, kesilen kurbanın ciğeriyle iftar ederlerdi.
Etler eve taşındıktan sonra üçe bölünür; biri eve, biri konu komşu ve hısım akrabaya, kalan parça da yoksullara ayrılırdı.
Annemizin dipten çıkardığı gümüş tepsiler üzerine dizilmiş payları komşulara dağıtmak bizim işimizdi. Eti alan "Allah kabul etsin" duasını eder, bazen hali vakti yerinde olmadığı için kesemeyenler anorlanarak, "biz kesmiştik ne zahmet ettiniz", diyerek ikramı nazlanarak alırlardı.
"Kanı dışarıya eti içeriye" edilmezdi kurbanın.
Dağıtılacak olan bihakkın teslim edilir, et de fukara hakkı bırakılmazdı.Kurban eti mübarek sayıldığı için de şimdi olduğu gibi, bayram pikniklerinin içki altı olarak da pişirilmezdi.Teberrük sayılarak özel bir itina içinde tüketilirdi.
Kurban kesilen evlerde, kızartma tavaları, haşlama tencereleri ateş üzerinde hazır bulundurulur, bayramın dördüncü günü ikindisine kadar gelen giden herkese pişirilerek ikram edilirdi o vakitler.
Tas düşmeden cıngılamaz, derler eskiler.
Bizim bu nostalji içinde oluşumuz da o eski bayram havalarının bilinmeyen bir sebep ve meçhul saiklerce yok edilmeye çalışılmasındandır her halde.