MENÜ
Erzurum 17°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Çeçenya ah Çeçenya... (48)
Cahit Okcu (Su Dağları)
YAZARLAR
18 Mayıs 2009 Pazartesi

Çeçenya ah Çeçenya... (48)

Bu arada şehirde terörist avı sürüp durdu. Bir takım masum genç, kadın, yaşlı insan tutuklandı. Üzerlerine atılı suçlara karşı, bir o kadar insana akla zarar işkenceler yapıldı. Ancak hiçbirini uzun süreli tutuklu tutamadılar. Her tutuklu arkasında hayli kalabalık birikiyordu. Bu insanlar hiç bir adi tepki göstermeden, sadece susarak uzun beklemelere geçiyor, masumu almadan dönmüyorlardı. Bazen günler boyu, nöbetleşe nöbetleşe de olsa, sayılarını düşürmeden sorgu merkezi camlarına bakıp duruyorlardı. Aslında sorgu yapılan yerler bambaşka mahallerde olmasına rağmen, insanlar Belediye Binası önünü mesken tutuyordu.
Bu arada, Ömer'in kimliğinin ortaya çıkarılması, şehirdeki onlarca tutukluyu aklamış oldu. Kanaatler kesinleşmiş, insanlar işkence gördükleriyle kalmıştı.
Olaylar, tamamen Afganistan kökenli dağ kadrolarınca gerçekleştirildiği şekliyde deklare edildi. Ve, olayın on altıncı gününde teröristlerin(!), Bulgat-Irzau, Alkhan- Otar hatlarında iki kademeli başarılı bir operasyon sonucunda, sınır geçerken imha edildikleri duyuruldu. On kadar isim, ele geçen silah ve mühimmatlar sayıldı, yeni sızmalara karşı bölgenin sürekli savaş uçaklarıyla vurulduğu haberleri geçildi.
Başka ne oldu: Olaylar sonucunda hiçbir asker veya güvenlik görevlisi yalnız dolaşamadı. Şehrin sokak ve varoşlarındaki mahal nöbetleri kaldırıldı.
 Halk tarafından gerek açlık gerek yakacak gibi zaruri ihtiyaçların temini adına, özellikle geceleri münferit yada grup baskınları yapıldı. Vurulanlar ve ölenlerde oldu tabi. Bu vakalar basit hırsızlık vakaları olarak gazetelere düşüldü. Bir iki kez de kadın ve çocuklardan oluşan binlerce halk, 'Kömür tevzisini' bastı. Olanca mukavemete rağmen, tonlarca kömür torbasına el koydular. Bu türden, hükümet hali ve depolarına da ziyaretler(!) yapıldı. Halka dipçik ve cop müdahaleleri dışında hiçbir mukavemet gösterilmedi. Tek tük havaya sıkmalar dışında ateşte etmediler.
Mezarlıklarda Nüfus İdaresince sürdürülen işlemlerde süre gelmiş 'gavur azapları' gevşetildi. Şehre giriş çıkışlarda sadece girişler için, ağır kimlik taramaları yapıldı. İhbara matuf  ev baskınları, mekan yada işyeri baskınları durduruldu. Resmi talanlar ortadan kalkınca, camekan ve vitrinlerde azda olsa aranan bazı mallar bulunabildi. Artık parasetamol, kafein, pankreatin ve basit donanımlı amoksisiline, attapuljit, pektin içerikli ilaçlar temin edilebilir ilaçlardan oldu. Aylardır sulardaki metalik tat ve sarımtraklık, kademeli olarak açılmaya başladı. Bazı gazeteler 'kara vezir' reklamı türü manşetlerini düşürdüler. Diktatoryanın propoganda unsurlarında sahte kibarlaşmalar belirdi. Yazılardaki tehdit kokusu, yerini riyakar temaşalara bıraktı. Ekonomiden, geçirilen zor yıllardan, 'özverili ve asil' halktan bahseder oldular. Bir iki münferit ve sonuç alınmayacak hatalı resmi uygulamayı da  bu yüzden manşetlerine taşıdılar. Ama bu yanbastılık yada hulle yakınmalardan öteye geçemedi. İnsanlar ters propogandaları da artık anlayabiliyordu.  Askeri ve resmi araçları sürenler, cadde ve sokaklarda frene basmayı hatırladılar. Uzatmalı askerler, kadın ve kızlara sataşmadılar. Üst memurların, üniversiteli yada sivil yoksul kız ve kadınlara yönelik garsoniyer edinme iştahlarında, hedef olma korkusuyla gerilemeler oldu. Özellikle bazı öğretim üyelerinin, kredi karşılığında ilişki isteyen utanmazlıkları, öğrencilerin artık para eden dik tavırları ve tehdit mektuplarıyla hemen hemen dersini aldı.
Yaşanan onca tereddüde rağmen, dağ kadrosunun ilaç sevkiyatı başkent'e kadar ulaştı. Hele şehir içi dağıtımda tam bir başarı sağlandı. Evlerde 'naif  iğneci' ve 'tarifleyicilerin' sayısında her gün artışlar oldu. Hasta hasta dolaşan gönüllüler türedi. Atanmış hükümetçe sessiz sadasız tedavi olan halka hiçbir müdahalede bulunulmadı. Tek, tük insan ilaç yakalattı. Ama yakalatılan ilaçlar asla külliyatlı boyutlarda olmadı. Zaten taşıyıcılarda sorgulanıp salıverildiler. Şehirdeki savaşçılar dahil, kimse ilaç sevkıyatının boyutunu anlamadı. Öğrenciler de bu dağıtımda büyük rol oynadılar. İlaçlar, şehrin varoşlarına yakın mahallerde önceden haber verilen noktalara bırakılma yoluyla yada bizzat hısım akraba ziyareti yapan civar köy ve kasabalı tarafından ulaştırıldı. Şehirden insanların bazılarıda, özellikle ağır hastası olanlar şehirden kırsala, köy ve kasabalardaki yakınlarına ulaşarak gerekli ilaçlara ulaşabildiler. Zaten bir süre sonra, konuya ilişkin müeyyideler daha da gevşedi. Sivil araç zulalarında da taşınabilir oldu. Bazen yakalandı ama görmezden gelindi. Çünkü salgın, bugün 'elif'teydi ama yarın '?'ye sıçramayacağı ne malumdu? Her kesimde ki ortak kaygı salgındı çünkü. Her kesim bir üst kesimi sorumlu tutuyordu aslında. Çünkü bu salgın içinde öyle çeşitleri vardı ki, tedavi de, ilaç ta kar etmiyordu. İşte ilaç dağıtımı böyle ilginç bir serüvenle tamamladı seyrini. Hatta şehirde bulunmayan bazı ilaçlar, işgalci ve/veya resmi bir takım memurlarca da talep edilir oldu. Bunlar arasında, varoşlara kadar gidip aracı koyan, yüklü miktarda para teklif edenler dahi vardı.
 Benzer yada benzemez bir takım şeyler daha oldu tabi…

 * * *
Umran, artık iyiden iyiye kendini toparlamıştı. Kalkıp yürüyor, yemek yiyebiliyor, başı önüne düşmeden uzun sohbetler yapabiliyordu. Kolunu ve omuzunu etkileyecek hareketler yapamasa da, parmak uçlarını kıpırdatabiliyordu. Omuzunu etkileyecek bir hareket yaptığı cihette, hala büyük oranda canı acıyordu. Yarası hemen hemen kapanmıştı. Ama Farah doktorun, titiz telkinleri nedeniyle günün büyük kısmını hala yatağında geçiriyordu.
Hayli güçsüz kalmıştı. Bacakları vücudunu uzun süre taşıyamıyordu. Dizleri titriyor, gözleri kararıyordu. Uykuları düzensizdi. Bazen gece yarılarında uyanıyor, bazen gün ortalarında derin uykulara dalıyordu. Gözlerini kapadığı zamanlar, saatlerce Zühreyle beraber oluyordu. Onu o kadar özlemişti ki, bu özlemin boyutları yoktu.
Hastalık boyu o kadar;  " şimdi yanımda olsa", demişti ki, hasretle. Gelseydi, alnının terini silecek, yastığını kabartacak, ona çiçekler gibi ellerini uzatacak, başı döndükçe koluna girecekti. Dahası su içirecek, ilaç yutarken nazlanacaktı ona. Dinlenirken ona şiir okuyacaktı. Uyanınca onun göğsüne düşen saçlarına dokunacak, inlememeye çalışacaktı. " Bugün nasılsın?.." Diye sordukça da, iyileştim diyecekti. Artık "hiç ayrılmayalım!.." Diyecekti...
Zeynep ve kardeşiyle çok sıcak kardeşlikler kurmuştu. Onlar o kadar iyi insanlardı ki, ona adeta titriyorlardı. Bu arada Zeynep, bir vesileyle Babürşah'ı ikna edip, nişanlısıyla bile tanıştırmıştı onları. Oda tıpkı Muhammet ve Zeynep gibi, Umran için yapmadığı iyilik kalmamıştı. Umran'a kitap okudu, yatalak günlerinde çay içirdi, ayaklarını yıkayıp tıraşını yaptı.
Her akşam Çeçenya'nın geleceği adına, işgal edilişini hazırlayan nedenler ve kurtuluş stratejileri üzerine sohbetler yapıyorlardı. Bazı kitapları tartışıyor, bazı yazarları acımasızca eleştiriliyorlardı. Özellikle tek cümleyle özetlenebilecek kitaplarla, hakkında kitap yazılacak kitaplar arasındaki mesafelerin, yeni on yıllarda bilinçli olarak açıldığını, dil ve diyalektik kaybın, kolay konuşma yerine kolayına kaçma sonucunu doğurduğu, insanların iki yüz üç yüz kelimeyle konuştuğu üzerine hayli konuşmalar yaptılar.
Yine özellikle, yeni dünya neslinin annesiyle bile konuşamayışı, sohbetlerin şaka ve standart argo cümlelerle sınırlı kapasitesi, edebiyata tahammülsüzlük, felsefi his yada sembol derinliği olmayan düşünülürlük(!), kültürel ihlal modası üzerine ısmarlama gazete ve kitap çıkaran aydın tipini yerden yere vurup durdular.
 Soru cevap münasebetleri üzerine strateji kurmuş, her tekamülü yarına bıraka bıraka, hep dünü yaşayan yeni dünyayla çelişkileri üzerine dertleştikleri bir akşam daha.
Babürşah'la Muhammet,  Umran'ın hemen yanı başında, sağlı sollu oturmuşlar, Farah'ın Rus romanları üzerine düşüncelerini dinliyorlardı. Zeynep ve ona bir sandalye mesafede olan nişanlısı alçak sayılacak bir masada çay içiyorlardı.
Farah gah ayakta gah Zeynep'in yanına oturarak, kırıp geçiriyordu ortalığı. Rus romancıların uzun ve kısır yaşam hikayelerinin, rus ve ataşmanı toplumların tepkisizleşmesinde yegane rol oynadıklarını, lirizmdeki aşırılığın yakıp ta ısıtmadığı toplumlarda bolşevizim gibi elma şekeri yalayıp, 'serbest sözler' tüküren, veremli on yıllar doğurduğuna parmak basıyordu.
? Düşünün bir kere!.. Diyordu.
? Güzellikler kendi hatırı için rağbet görürse, insan ikinci plana düşmez mi? Hırsızlığın, çalma güdüsüyle, vicdanın sakallı hukukunu aynı kalpte ikamete zorlarsanız, o insanın hayatı bütünüyle zıtlaşmalarla geçer. Hayat; salt hayal kırıklıkları, gizli yeteneklerinin ifşası, açlık, şans, boş voltalar, dolu avlar, mutsuz aristokrat hanım, at, tren, talan, av saatleri, fukaralık eksenli demek değil ki...
Onun için birileri  portakala şiş geçirip, çevirdikçe; 'işte dünya budur',  dediler. Bir tevazu düşünün ki, bir aşamasında kendini yemiştir. Vergi kaçakçısıyla katil, düşünürle sporcu, hırsızla rahip, aynı kalemin mürekkebini tüketince, çelişkiler çarlık hapishanesinde aynı duvarları sararttıkça, rejim Sibirya'ya doğru çoktan trene bindirilmişti bile. Bu sıralar en beleş işlerden sayılan belagat, o zamanlar budala oyalıyordu. Fukaralıktan pinti servete yol buldular. Oldu!.. Ne oldu?.. Romancı ayı yavrusunu severken, ana ayı onu yedi!.. Klasiklere bir bakın şöyle; sayfalar yorgan döşeğe benzer. Konu uyku kadar oyalar. Ama bir an gelir, konu insandan arınır. Konuyla kurulan samimiyet, onu insandan uzaklaştırır, okunan kitle okumayan azınlığa yenilir. Bilinci kusursuzlaştırayım derken, burnundaki sineğe tepkisiz kalmanın sonucu.
Çoğu bu klasiklerden 'tevazu ve sükunet' aldığını söyler, durur. Aslında bu klasiklerde bizzat psikopatlığın kendisidir tevazu. Halkı yazar ama, bizzat halkın kanına batırır okkasını. Gerçekten, şu kitaplara bakın hele!.. Konu kendiyle oyalanır, yazar okuyucu kaderine gizlenir.  Kader gibi korumaya alır kahramanını. Oh, ne ala dünya!..
Yanlışı vurgularken şeytanları mest eden üslup ve belagat, azizleri cemiyetten saklar. Kara sözler, serbest sözler ne diyordu diye,  merak edenler artar. Kitleler, gün gelir, çekirge seslerini dinler. Marşlar, sloganlara terk eder yerini. Kurtlar sürüden kopardığı azınlık ardına düşer. Böyle olmadı mı sanki!.. Bizim işgalimizi hazırlayan sebepler de, böyle atmadı mı üstümüze ağını?.. Aynı avcılar değilmiydi bunlar?..
Babürşah, Farah'a ilişmek istemiyordu. İçinden,      ' bu kız deli!..', diyordu. Bazen de, 'çatlak!..'  Aslında, ondaki dil ve aksiyon uyumuna çok az insanda rastlanabildiğine de şaşmıyor değildi!.. Ya çok konuşuyordu yada taşıyordu. Bir defasında, Dostoyevski'nin Müslüman olduğunu, ancak hayli 'dün ve dünküler' gibi, bu realitenin de dış dünyadan saklandığını söylemişti. Şimdi onların sapanıyla onlara taş atıyordu. Bu yüzden bazen gülüyor bazen şaşıyordu Farah'a. Çok, çok iyi bir cerrah olduğu kesindi. Tıpkı cerrahlığı gibi kesip, biçiyordu zamanlarını. Zühre'le hayli benzerlikleri vardı. İkisi de alaycı ve isyankardılar. Kapağı, cildi, ambalajı sevmiyorlardı. Direk öze vuruyorlardı. Ama Zeynep daha farklıydı. O, insanlara karşı hep geleneksel bir öğretmen şefkati ve ciddiyeti içindeydi.
Bu akşam, yine ' hey, heyleri' üzerindeydi, Farah'ın. Bir ayı aşkın bir zamandır, Farah hemen her akşam gelmiş, Umran'ın, o iflah olmaz görünen yarasını tedavi etmişti. Tedavi hala sürüyordu. Her pansumandan sonra gittikçe kalınlaştırdığı alçıların, her defasında özenle kesilişi, pansumanı, yeniden alçılanışı, sohbet, çay derken, en az iki saat evde kalıyordu. Umran'ın zaman zaman kötüye giden gidişatında, o hep diğerleri için teselli olmuş, paniğe kapılmalarına fırsat vermemişti. Aileden biri gibi olmuştu artık. Hastaya verdiği moraller, onları bile güldürüyordu. Hemen her seferinde, Umran'a; " Hadi artık!.. Seni iyileştirip, bana alacağım!"  diyor, sonra kahkahalarla gülüyordu.
Bu akşam, yine yapacağını yapmıştı Farah. Eve gelipte daha odaya girer girmez, " burası ne çok kalabalık!.." şeklinde, öyle bir çıkışma çıkışmıştı ki, Huveyda ve Ruşen bey'in apar topar evden ayrılmalarına neden olmuştu. Zaten onun her eve gelişinde, herkes davranış serbestilerinde kısıtlamalara gitmek zorunda kalıyordu. Her defasında oda süpürülmüş, etrafta odun, kömür artığı, is, toz, temizlenmiş oluyordu. Hoşuna gitmeyen bir durum varsa, o dakika terslenerek bakınmaya başlıyordu zaten. Eğer konuşmuyorsa, mutlaka ters bir durum vardı ve birazdan başka bir bahaneyle patlayacak demekti.
Babürşah, birkaç gündür sormak istediği bir soruyu artık bu akşam sormak istiyordu. Nihayet o boşluğu buldu.  Farah çayını yudumlamak için Zeynep'in yanına oturmuştu ya, tam zamanıydı. Üstelik susmuştuda. 
? Farah hanım!.. Diye başladı söze.
? Kardeşim yola çıkacak duruma geldi mi, diye soracağım. Hani diyorum, katır yada araba yolculuğu yapacak durumdaysa biz gitsek artık. Yolcu yolunda gerek. Ha?..  Ne dersin Doktor hanım?.. Arkadaşım yola dayanabilir mi?..
Farah, bu soruyu fazla ciddiye almadı. Gözlerini çay bardağından ayırmadan;
? Sizce?..
? Doktoru sizsiniz.
? Rapor mu istiyorsun yani?.. Bana soracağına, ona baksana bir kere. Ne görüyorsun?.. O omuzda, kaburga çatlaklarını çık, enine, boyuna, diyagonal, amorf halde tam on sekiz kırık ve çatlak var. Boşalmaları da saymıyorum tabi. Halen ciğerde iç kanama tehlikesi olabilir. Röntgen çekemedik. Omuz kemiği daha on beş gün öncesinde iki parçaydı. Lokman görse, 'eyvah' derdi!.. Parmaklarda hala çekmeler var. Benim bütün derdim bu zaten.
Onun için en önemli şey yeniden tüfek tutmak. Ben de buna uğraşıyorum. Belki bir gün, bir yolunu bulup hastaneye götürmeyi, röntgen çekmeyi bile düşünüyorum… Evet!.. Babürşah komutanım böyle!.. Umran'ın kimi kimsesi, anne, baba kimi var bekleyen?.. Yoksa yeni bir eylem mi, tek kol üç ayaklı atla!.. Eğer buysa, başkası kalmadımı da sıra yaralılara geldi...

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi