MENÜ
Erzurum 16°
Erzurum Gazetesi
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
BACALAR KÜRÜNÜRDÜ TÜRKÜLERLE
İbrahim Aydemir (Bir Vakitler Erzurum)
YAZARLAR
30 Ağustos 2006 Çarşamba

BACALAR KÜRÜNÜRDÜ TÜRKÜLERLE

"Sonbaharda nasıl titrerse yaprak
Senin için öyle çırpınır arzum;
Ey karları kadar temiz ve berrak
Ve rüyalar şehri aziz Erzurum"

Akdemir Akmut

Bugünkü gibi nadir yağmazdı kar. Yağmaya başladı mı en az birkaç gün sürerdi.

Bir metreyi aşkın kar yağdığını hatırlarım. Neredeyse boyumuza yakın karlar arasından, yarıp geçerek giderdik okullarımıza.

Sabahları büyükler ellerinde kar yabaları ve kürekleriyle kapıya çıkar, kendilerine ve çocuklarına yol açarlardı.

Baca kürümesinin ne olduğunu nereden bilecek bugünkü çocuklar?Toprak evlerinin bacalarında günlerce yağan karın oluşturduğu tepecikler, ev sahiplerince bin bir zahmet ve meşakkat içinde küreklerle temizlenirdi.

Kar kürümek derdik buna.

Dar sokak araları kar kürüntüsüyle dolar, gidiş gelişi engellerdi bir müddet.

Büyükler için yeni bir eziyet oluşturan bu durum çocuklar için eğlence sebebiydi.

Bu tepecikler tarafımızdan hemen kızak pistleri haline getirilir, olanlar kızaklarıyla, olmayanlar da naylon parçalarıyla kayarlardı bu tepeciklerden.

Teyzemlerin Gavurboğan mahallesi, Tahta Camisinin yanında Davulcu Cazim'in eviyle duvar duvara olan şirin evleri bu tepeciklerin en çok oluştuğu yerlerdendi.

Kürünmüş karlar yüzünden ancak iki adamın geçeceği geçitlere gelir, sonra da bir dağcı edasıyla tırmanırdık kar tepelerine.

Aralık ve ocak aylarında sürekli yağan karın peşine şiddetli rüzgarlar gelir, gözün gözü görmediği tipiler yüzünden günlerce okullar tatil edilirdi.

Kar tipisi ve kasırgası altında okullarımıza sırtlarıyla taşırdı bizi babalarımız.

ACI ACI'YA SU DA SANCI'YA ŞİFAYDI

"Ova çarşaf gibi kardan bir deniz

Köyler bu denizde yüzen gemiler

Biner kızaklara dalar gideriz

Tozakların dalgaları üstüne".

Böyle anlatır Şadi Tanşu kar'ın gelişini.

Ulaşım günlerce aksar, köy yolları haftalar boyu kapalı olurdu.

Bugünkü gibi minibüsleri yoktu köylerin.

Kış ulaşımları tek yahut çift atların çektiği kızaklarla yapılırdı.

Hemen her köy evinin de bir kızağı olurdu.

Eskiden 15 tatil diye adlandırılan okul tatillerinde arada bir Umudum Köyü'ne gider, orada dinlenmeyi tercih ederdim.

Köyün samimi ortamı, hısım akrabanın, aile büyüklerinin şefkati beni çeker götürürdü Umudum'a.

70'li yıllarda yine bir tatilde gitmiştim Umudum'a.

Eğlenmiş, dinlenmiş olarak tatil bitiminde Erzurum'a dönüyorduk.

Ağır bir kış vardı.

Yollar metrelerce kar yağışı yüzünden kapanmıştı.

Çift atın çektiği kızakla yola çıktık.

Yaz aylarında hemen tükenen yolculuk, yoğun tipi ve fırtına yüzünden bitmeyecek gibi görünüyordu.

Beni kızağın ön tarafına oturtmuş, üstümü de batttaniyelerle sarmış olmalarına rağmen, üzerine oturduğum ayaklarımın donduğunu hissetmiştim.

Dedem, ayağımda kan deveranı olsun diye kızaktan indirmiş ve peşlerine koşturmuştu bir müddet.

Karları yarıp, tipiyle boğuşarak kavuştuğumuz Erzurum'da vardığımız ilk yer Gürcükapı'da bugünkü İhmal Camisi'nin hemen alt tarafındaki Tikkir Garajı bitişiğindeki han olmuştu.

Atları çektikten sonra çoraplarımı çıkarmıştı dedem, sonra acı acıya, su da sancıya iyi gelir, meselince soğuk suyla ovmuştu dakikalarca.

O gün ayaklarımda hissettiğim acıyı, sudan sonra gelen karıncalanmanın verdiği sancıyı hiç unutamadım hala.

Hanın sıcaklığıyla saatler sonra kendimize gelmiş, sonra da eve doğru yollanmıştık.

TEŞTLERDE PAKLANIRDIK

Kuzine sobalarını ve kartol közlemesini daha önce anlatmıştık.

Bu kadar mahareti olan sobaların eziyetleri de vardı tabi.

Bugün olduğu gibi evlerde kalorifer yoktu. Günlerce kömür kuyruklarında beklenerek satın alınan kok kömürleri biraz da koklanıp yakılırdı annelerimizce.

Sabahın köründe oluşan kok kömürü kuyruklarını o dönemleri yaşayanlar hemen hatırlayacaklardır. Sobanın ön tarafına odun konulur, üstüne de kömür serilirdi.

Kok kömürünün tozu zayi edilmez, ıslatılarak kömüre katılırdı.

Öyle gün boyu yakılmazdı sobalar. Erzurumlu kadınlar kanaat erbabıydı o dönemlerde. Kocalarının kazançlarını en iyi ve en tasarruflu biçimde sarf ederler, kendileri üşür çocuk ve eşlerini üşütmezlerdi.

Bu yüzden de babalarımızın işten döndüğü saatlerde yakılırdı sobalar.

Bazen tasarruf olsun diye lambalar yakılmaz, yeni yanan sobanın ateşi seyredilirdi ev halkınca.

Alev yalazları gölgelerimizi duvarlara taşırdı ışık ışık. Ellerimizi kullanarak şekiller yapar, duvara düşen gölgelere bakıp bakıp eğlenirdik.

Yanması bize özel zevkler yaşatan sobanın boşaltılması ise, annelerimizin eziyet verici mutad işiydi. Soba kaymak derdik buna.

Sönmüş sobada kalan küller tavalarla alınır, küller arasında kalan, yanmamış yahut yarısı yanmış kömürler ayıklanırdı. Soba külleri buzlu yollara serpilir, gidip gelenlerin kayıp düşmemesi sağlanır, böylelikle bir hayır işlenildiğine inanılırdı.

Akşam sobalar yakılacağında, kayılmış sobadan arta kalan kömürler mutlaka kullanılırdı.

Kuzine sobalarından çıkarılan kömürler ütülerde de özel bir işlevi yerlerine getirirdi.

Elektrikli ütüler pek kullanılmıyordu.

Kimi evlerde altı açılarak içine kömür közlerinin konulmasıyla ısıtılan kömür ütüleriyle düzgün hale getirilirdi giysiler.

Hafta sonlarında, kuzine sobaları üstlerinde kazanlar da ısıtılan sıcak sular, bakır teştlere dökülür, çamaşırlar yıkanırdı.

Birde banyo teştleri ve tekneleri vardı evlerde.

Teştlerin madeni olmasına mukabil, banyo tekneleri odundan mamüldü. Zavallı annelerimiz, binbir eziyet içinde bizlere banyo yaptırır, sonra da teknede birikmiş suları yamaklarla toplayıp, dökerlerdi.

Şofbenle büyümüş neslin, banyo teknelerini bilmeleri de anlamaları da mümkün değil elbette.

AHIR SEKİLLERİ'Nİ BİLİR MİSİNİZ?

Ahır sekili evler olurdu gecekondu muhitlerinde.

Yoksulluğun üst sınırlarına vardığı yerleşim alanlarıydı oralar.

At arabacıları, faytoncular, yoksullar otururdu genellikle.

Süt satarak geçindiği için inek besleyenlerce de cazip bulunurdu gecekondu semtleri. Evler tek gözlü, bir oda ve tuvaletten müteşekkildi.

Oda yatay olarak ikiye bölünürdü.

Fayton ve araba atları veya süt inekleri odanın alt tarafında barınır, ev sahipleri de hayvan barınağının üzerine çakılmış sekilerde oturur; buralarda yer, içer ve yatarlardı.

Hayvanlarla iç içeydi hayatları.

Odanın altındaki hayvanların sıcaklığıyla ısınırdı hane sakinleri.

Ağır gübre kokusu içinde nasıl yatar uyurlardı bilmiyorum, ama onlar için her zaman üzüldüğümü hatırlarım. Ahır sekilerinde büyümüş çocuklar, okullara geldiklerinde "mayıs kokarlardı".

Yoksulluğun kokusuydu bu adeta.

Bugün apartman dairelerinde oturanlar, bu sıkıntıyı bir fantazi, bir masal ögesi sanabilirler.

Ama bugünün toplu konut bölgelerinde oturanlar arasında ahır sekilerinden gelenler, o evleri ve o çileli günleri iç çekerek anıyorlardır eminim.

GAZOCAĞI, ŞİNANAYVELÜKS LAMBALARI

Şimdi tüpgaz ve elektrik fırınlarıyla büyümüş nesil; belki de garipseyecektir; bazen dünkü mutfakların en önemli aleti olan gazocağını görselerdi, ne yaparlardı, diye merak ederim.

Şaşırır kalırlardı zahir...

Eğer soba henüz yakılmamışsa bütün yemekler gazocağında pişirilir; çay, banyo ve çamaşır suyu hep onda ısıtılırdı.

Gazocağının yakıtı olan gazyağını ve ateşlemede kullanılan ispirtoyu satan birkaç esnaf bulunurdu mahallelerde.

Çilekeş annelerimiz, gazyağını doldurur; sonra üst kısmına ispirtoyu koyarak ateşler, ispirtonun yanışı bittikten sonra dakikalarca pompalarlardı bu ocakları...

Bazen fazla pompa vurmaktan yahut gaz çıkış yerinin kirlenmesinden dolayı ocak alevlenir, gazocağı iğnesi denilen, küçük bir teneke ucunda ince bir demirin bulunduğu aletle ocak iğnelenir, sonra yakılırdı.

Şimdikiler bilmez, gaz tutması diye bir tabir vardı. Gazocağı fazla yanmaktan dolayı is çıkarır, yemeğin başında bulunan annelerimizde ufak çaplı zehirlenme belirtileri olurdu...

Saatlerce geçmeyen baş ağrılarına tutulan annelerimiz geccik denilen şekilde yazmalarını başlarına dolar, sonra da uçlarından sıkarak kafalarını cendereye alırlardı.

Bir de çay ve kahve tiryakilerinin yanlarından eksik etmedikleri ispirto ocağı vardı. Yakıtı ispirto olan bu ocakta çay ve kahve tiryakileri içeceklerini yaparlardı.

Mutfaklarda gazyağı kokularıyla büyüdük biz.

PİLAV GELDİ, GODİ DE BEŞ'E

Kış aylarında geceleri kuzine sobasının fırınına temizlenmiş patatesler konur, közlemesi yapılırdı.

Sonra sütte bekletilmiş darı, azıcık yağla kızdırılmış tavaya konur, rengi dönünceye kadar çevrililerek pişirilirdi.

Kavurga derdi halk bu yiyeceğe.

Eğer evde varsa bir parça mısır haşlanır, daneleri ayrılarak kavurgaya katılırdı. Maddi durumu iyi olan ailelere bu çereze ceviz, kuru üzüm dut kurusu, aşma ve pestili de eklemeyi ihmal etmezlerdi.

Sobanın üstünde güğüm ve demlikler "dıjılarken" dışarıdan patlamış mısır satıcısının sesi evimizin içine girerdi. "Godi de beşe, godi de beşe, pilav geldi pilav geldi", diye bağırarak satardı patlamış mısır satıcısı malını.

Bu sesi duyar duymaz babalarımızdan yeter miktarda para alır, satıcının god dediği bir maşraba miktarı patlamış mısır alarak eve getirir, sonra başına üşüşerek yerdik.

Elektriğin çok yaygın olmadığı yahut sıkça kesintilerin olduğu, dağıtımının belediye tarafından yapıldığı yıllarda, evlerin aydınlatması şinanay denilen gaz ve lüks lambalarıyla yapılırdı.

İki lamba da gazyağıyla yanardı. Aralarındaki yegane fark birinin fitil diğerinin ise ince bir torla ışık vermesiydi.

Lüks lambalarının masrafı biraz daha fazlaydı ışığı gibi. Işığı mavi olurdu diğer lambanın kırmızılığına inat.

Ova Köyleri'nde o yıllarda elektrik yoktu. Oraların değişmez aydınlatma araçları bu lambalardı.

Lüks Lamba nadir kullanılır; ancak eve misafir geldiğinde yakılırdı.

Gaz lambaları ise değişmez aydınlatma dekoruydu evlerde...

MEYMENET'İN HAMAMI

Temizlik imandandır, hadisi şerifine gönülden bağlı olan Erzurumlular, şahsi bakım ve temizliklerine oldukça düşkündüler.

Yamalı elbiseyi giymek ayıp değildi, pis ve sökük giysilerle gezinmek ise büyük kusurdu.

Evlerde her hafta çamaşır yıkama günü olur, evin erkek ve kadınları haftada en az bir kere hamamlara giderlerdi.

O dönem hamamlarının en meşhurları; Lalapaşa, Murat Paşa, Kırk çeşme, Saray, İki Göbek ve Tahta Hamamlarıydı.

Lalapaşa Hamamı'nın bilinen diğer adı ise çöplük hamamıydı.

Tahta Hamamı'nın yanında yıllar sonra Sirkecioğlu Hamamı yapılmıştı.

Mahallebaşı'nda bulunan Arifiye Hamamı'nı Meymenet isminde bir kadın işletirdi.

Yalnız kadınlar için hizmet veren bu yer Meymenet'in Hamamı diye anılırdı.

Kadınlar hamama gittiklerinde altı yaşından büyük erkek çocuklarını birlikte götürmezler, onların yıkanma işi babalarına düşerdi.

Ev hanımları özel hamam bavul ve bohçasıyla hamama giderlerdi. Bu eşyaların evlerde özel bir yeri vardı.

Elerinde bavul gördüğümüz kadınların yüzlerine bakar, kızarmış yüz görürsek, onların hamamdan geldiğini anlardık çocukluğumuzda.

GELİN HAMAMLARI

"Fayton gelir aileyi alırlar

İki göbek hamamına varırlar

Hediyelik bohçasında her şey var

Çamaşırlar, peştemallar, havlular.

Gümüş nalın, bakır kildan, sabunlar,

Fildişinden tarağında motif var.

Davetliler karşılıklı oturur,

Çerez, börek birbirine tutulur.

Tutulmuştur kadınlardan çalgıcı

Hazır durur Natır, Tellek, Şarkıcı."

İhsan Coşkun Atılcan

O yıllarda düğün öncesi yapılan "Gelin Hamamı" ananesi çok canlıydı.

Düğünden birkaç gün önce erkek tarafı bir hamam kiralar, gelinin arkadaşları ile kız tarafının bütün akrabaları gelin hamamına gelirlerdi. Hamamda düğünün bir nevi provası yapılır, evlerden getirilen yemekler, çerezler yenir; kadın çalgıcıların icra ettikleri müzik eşliğinde oynanırdı.

Hamam çıkışında kaynana hamam personeline bolca bahşiş dağıtır, sonra gelin, bavuluyla birlikte evine bırakılırdı.

O zamanlar erkeklere ait bir hamam geleneği de vardı, Gusül abdesti alması gereken bir erkek, eğer hamama gidiyorsa, ceketini omuzundan asar, böylelikle yıkanmaya ihtiyacı olduğunu ve cünup bulunduğu için de selam verilmemesi gerektiğini bu haliyle haber verirdi.

Gençlik dönemimde, kabadayı görüntüsü vermek için palto yahut ceketini giyinmeyip omuzundan asarak sarkıtan birini gördüğümde, onların pis olduğunu düşünür, selam vermekten çoğu kez imtina ederdim.

Tabi devirler değişip, insanlar tamah ve hırs içinde eşyaların dünyasına sığındıkça, bu ince gelenek de ortadan kalkıp yok oldu kendiliğinden.

Yoksul evlerinde temizlik için su ve çamaşırlar, maltıslarda kaynatılırdı.

Maltıs yapmak için bir yağ tenekesinin altı kesilir, içi çamurla sıvanır, üzerine birkaç tel ızgara konulurdu. İlkel bir görüntüsü olmasına rağmen, yoksul evlerinin yemek, çamaşır gibi büyük işleri hep onunla halledilirdi.

TÜRBE ZİYARETLERİ

Hiç kimsenin yazlığı yoktu o vakitler. Bahar ve yaz ayları geldiğinde, köylü köyüne, olmayanlar da mesire yerlerine akın ederlerdi.

Tercih edilen mesire yerleri Abdurrahman Gazi Türbesi, Serçeme Deresi, Tohum ıslah Bahçesi, Üniversite Fidanlığı, Köşk Bahçesi'ydi.

Anlaşılmaz bir kararla Serbest bölge haline getirilen Fuar da ağaçlık alanlarıyla şehir halkının eğlence ve mesire yeriydi.

23 Temmuz'da Erzurum Doğu Fuarı açılır, kamu ve özel kuruluşlar çalışmalarını sergilerdi.

Fuarın en faal olduğu dönemlerde müdür Köksal bey, olağanüstü çaba sarf ederdi.

Bir türlü uluslararası bir çehreye kavuşturulamamasına rağmen, açıldığı dönemlerde şehirde iç turizm hareketliliği artar, esnaf da beş on kuruş para kazanırdı.

Şimdiki Yenişehir'in bulunduğu alanda, Kara Nafiz'e ait tarla ve çayırlar da kullanılırdı mesire için. İlk ve orta dereceli okullarının yıl sonlarında yaptığı 'kır pikniği' hep bu alanda gerçekleşirdi.

Türbe özel bir ilgiye mazhar olurdu. Özellikle yaz aylarının cuma ve pazar günlerinde evlerde börekler, pastalar pişirilir, ev helvası yapılır, yumurta haşlanır, peynir gibi diğer kahvaltı malzemeleriyle birlikte kamış sepetlere konur, sonra da ya yayan ya da faytonlarla Türbeye gidilirdi.

Buraya gelen aileler ilk iş olarak kilim ve bezleri ağaçlara gererek kendileri için kapalı bir alan oluştururlardı.

Bazı aileler çadırlarını kurarak bir iki hafta orada ikamet ederlerdi.Sabah namazı vaktinde başlayan bu piknikte ikinci iş abdestlerin alınarak Abdurrahman Gazi Hazretleri Türbesi'nin ziyaret edilmesiydi.

Bu vecibe yerine getirildikten sonra sofralar kurulur, semaverler yakılır, yemekler yenirdi. Biz çocuklar da ağaçlar arasında bıkıp usanmadan akşam ezanı vaktine kadar oynardık.

Eğerli Dağ'ının hemen üstünde ejderha şeklindeki kaya görüntüleri oldukça ilgimizi çeker, bu kayaları yakından incelerdik.

Büyüklerimiz, Erzurum'u yutmak için gelen bir ejderhanın Abdurrahman Gazi'nin duasıyla taş kesildiğini ve bu hali aldığını anlatırlardı.

Türbe deresinde göz hastalıklarına iyi geldiği söylenen Tutiya çiçeği aranır ve toplanırdı. Dar gelirli aileler bu derede yetişen geven adı verilen çalıları toplayarak evlerine getirir, sobalarını tutuşturmakta kullanırlardı.

YEDİ DAĞA BİR BAĞA YAĞARDI KAR

Yeri gelmişken Türbe'yle ilgili bir başka ziyaret geleneğinden de söz edelim.

Mekke şehriyle Erzurum'un aynı meridyen üzerinde bulunmasından olacak, şehir ahalisi İslâm dininin farz ve sünneti kadar örfi şekline de büyük bir ehemmiyet verirdi.

Kar'ın yedi dağa bir de bağa yağdıktan sonra şehire düştüğü dönemlerde; yedi sabah namazı Türbe ziyareti yapılması şeklinde bir adet icra edilirdi.

Bu gelenek o dönem kadınlarınca hiç terk edilmez, farzmışcasına özel bir dikkat gösterilirdi.

Mahalle kadınları, başlarında yaşlı ve tercihen bir Hacı Ana bulunmak kaydıyla sabah namazından önce biraraya gelir; sonra da yayan olarak Türbe'ye giderlerdi.

Bu ziyaretin yedi hafta üst üste yapılması efdaldi.

Kadınlar Türbe'yi ziyaret eder, orada namazlarını kıldıktan sonra da dertlerine deva için, orada yatan zat hürmetine duada bulunurlardı.

Vakit namazlarının terk edilemeyecek hale gelebilmesi için namaza ilk başlayanların Ulucami'de 40 sabah namazı kılması geleneğine benzer olan bu gelenek de, yıllar sonra birden bire yitiverdi.

İslam Peygamberi Efendimiz'in(SAV) dünyaya teşrif ettiği gün Ulucami'nin bugünkü yerinde bulunan Bizans'ın büyük kilisesinin yıkılması ve onun yerinde Ulucami'nin yapılması yüzünden Erzurumlular bu camiye hususi bir değer verirlerdi o vakitler. Aynı rivayet Kabe Mescidi için de anlatıldığından, bu mescitte sabah namazı kılmak da efdal kabul edilirdi.

Şimdi ancak Ramazan ayında teravihlerde rağbet bulan Ulu caminin, o devirde sabah namazlarında bile oldukça dolu olduğunu büyüklerimiz halen daha anlatıp dururlar.

KALA'DAKİ ÇADIR ŞEHİRLER

Diğer önemli mesire yerleri de Hasankale ve Ilıca'ydı genellikle. Buralara günü birliğine gidilmez, mutlaka çadırlarla gidilirdi.

Mesireye çıkan aileler, haftalarca buralarda kalır; iki yörenin meşhur kaplıcalarından yararlanırlardı.

Haziran ayından Ağustos ayı sonlarına kadar Hasankale ve Ilıca'da iki yüz, üç yüz çadırlık kentler oluşur, belediyeler buraların özel şekilde temizliklerini yaptırır, ışıklandırmasını sağlardı.

Bu çadır kentlerde özel komşuluklar tesis edilir, hatta Erzurum'a dönüldükten sonra karşılıklı ziyaretler de yapılırdı. Mesire için çadır kentlerde kalırken tanışıp evlenenleri duyardık.

Kaplıcalara sabah namazından önce gidilir, şifalı sularla banyolar yapılır, sonra da namazlar kılınırdı.

Hasankale'ye ulaşım daha kolaydı. Her saat başı gardan kalkan banliyö trenleri hafta sonları hınca hınç dolardı.

1970 ve 1980 yılları arasında sağ sol çatışması diye ünlenen dönemde bu trenler pek çok fıkraya da konu olmuşlardır. Bunlardan meşhur olan birini nakledelim dilerseniz; "Kars'tan gelen bir trene giren Hasankaleli gençler, hırpalamak için karşıt görüşte olan birilerini ararlar. Biri saç ve sakalı uzun, favorileri L şeklinde olan bir gence musallat olur. Onun "neci" olduğunu anlamak için islam'ın şartı kaçtır diye sorar. Genç beş, cevabını verince Hasankaleli genç trenin penceresinden aşağıya sarkarak diğer arkadaşlarına seslenir: " ola der, beş dedi, acep doğri mi söylir?

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar
 GURBET KUŞU
 15 Şubat 2015 Pazar 13:28
40 SENE BENİ GERİYE GÖTÜRDÜN SAĞ OLASIN BİR KATKIDA BENDEN OLSUN ;SOBA BAŞIMIZDAKİ BÜYÜKTÜ BÜTÜN KÜÇÜKLERİ ETRAFINDA TOPLARDI.HER YAŞTAN İNSAN GÜZEL MUHABBETLERLE BESLENİRDİ.HERKESİN AYRI ODASI AYRI TV Sİ AYRI DİZİSİ YOKTU .RADYODAN ARKASI YARINLAR KIŞIN OCAK BAŞI PROGRAMI VE GECE YATMADAN ANALRIMIZIN ANLATTIĞI HEKATLAR VARD
 Mami
 14 Şubat 2015 Cumartesi 13:02
teşte yıkanmayı anlıyorum ben de çocukken yıkandım. En çağdaş medeniyetlerin getirdiği nimetler de bizim hakkımız sanırım. Yokluk soğuk fakirlik ve teşt.
 mustafa dilekci
 13 Şubat 2015 Cuma 07:15
Degerli Editor Kitalar halinde gonderdigim siir Uzundere ilcesi caglayanli koyu sahsinda tum Erzuruma ithaftir.Eger mumkunse butun olarak yayimlarsaniz sevinirim. Hayirli calismalar dilerim. Mustafa Dilekci
 mustafa dilekci
 13 Şubat 2015 Cuma 07:13
Gedâ! kaldın sen de böyle gurbette, Nasibse gider özlemin cennette, Firdevs olsun emelin bu devlette, Cemâl olsun yârin cümle halvette.
 mustafa dilekci
 13 Şubat 2015 Cuma 07:12
Yaylasında otlanır koyun kuzu, Tırsar alabaştan ayısı kurdu, Her karesi şehîd kokan bu yurdu, Gözünden bile sakınmak ne hoştur.
 mustafa dilekci
 13 Şubat 2015 Cuma 07:12
Kalbler dâim niyâz ile pâklanır, Edebli edepsizden ayıklanır, Er kızları köşe bucak saklanır, Al yanaklı kızlarımız ne hoştur
 mustafa dilekci
 13 Şubat 2015 Cuma 07:11
Her ferdinin kalbi sevgi doludur, Misâfir gözleyen Halîl yurdudur, Analar boyna ismail doğurur, Hak yoluna kurbân oğul ne hoştur.
 mustafa dilekci
 13 Şubat 2015 Cuma 07:11
Nasırlı ellerin öpesim gelir, Dizine baş koyup yatasım gelir, Dedemin her sözün tutasım gelir, Gönülden gelen sözleri ne hoştur.
 mustafa dilekci
 13 Şubat 2015 Cuma 07:10
Çorap örer hiç durmadan nineler, Duâya döner zikirden tüm diller, Kimseyi ayırdetmeyen gönüller, Nur yüzlü bizim nineler ne hoştur.
 mustafa dilekci
 13 Şubat 2015 Cuma 07:10
Dağında çamın selvi boylusu, İçini okşar bir ardıç kokusu, Berraktır suları, zemzem durusu, Yaz günü gözeleri ne soğuktur.
Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   Künye
Copyright © 2024 Erzurum Gazetesi