Ah şu darbeler...
Milletin sırtında kambur, demokrasinin üstünde kara bulut.
12 Eylül... Tam 44 yıl olmuş. Dün gibi hatırlıyorum. Sabah erkenden radyoyu açtığımda, o meşum anons kulaklarımda çınlıyor hâlâ: "Türk Silahlı Kuvvetleri, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin hak, hukuk ve hürriyetini korumak..."
Hürriyeti korumak için hürriyeti kısıtlamak! Ne büyük çelişki değil mi?
Eski Milletvakilimiz İbrahim Aydemir, yaptığı açıklamada tam da bu noktaya parmak bastı. "En kötü sivil yönetim bile en iyi darbe yönetiminden üstündür" dedi. Haklı. Hem de nasıl haklı.
Özgürlük... Ne güzel kelime. Ama dikkat! Özgürlüğün de bir sınırı var elbet. O sınır nerede biliyor musunuz? Devletin ve toplumun huzurunda. Aydemir'in dediği gibi: "Devlete zarar vermek, devleti bölmeye çalışmak, devleti parçalamak özgürlük olarak görülemez."
12 Eylül... Sadece bir darbe değil, toplumun belkemiğini kıran bir travma. Sağdan soldan gençler asıldı. Adalet mi? Hah! Adalet diye diye adaletsizliğin daniskası yapıldı.
650 bin kişi gözaltı... 230 bin kişi yargı önünde... 517 idam kararı... 50 asılan can... Rakamlar soğuk, ama her birinin arkasında bir hayat, bir aile var.
Peki ya sonra? 27 Mayıs, 12 Mart, 28 Şubat... Her biri toplumu silindir gibi ezdi geçti. Ta ki 15 Temmuz'a kadar. O gece millet ayağa kalktı, tankların önüne yattı. İşte demokrasi budur!
Evet, terör vardı. İnsanlar ölüyordu. Ama çözüm bu muydu? Aydemir'in dediği gibi: "Bunu demokratik zeminde çözebilirdik." Ama hayır! Birileri illa ki darbe yapacaktı.
Şimdi dönüp bakıyorum da... Ne çok şey değişmiş. Ama değişmeyen bir şey var: Demokrasinin kıymeti. Özgürlüğün tadı.
Son söz: Demokrasi, kusurlu da olsa, en iyi yönetim biçimidir. Bunu aklımızdan çıkarmayalım. 12 Eylül'ü unutmayalım, ama ders alalım. Bir daha asla!